“Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”1
Mezkûr pasaj, Üstadın kendini tedavi etmek isteyen bir doktora verdiği nasihatler. Bu ikazlar günümüzde de tazeliğini koruyor. Her birimiz zihnimizi teftiş ettiğimizde bizi ilgilendirmeyen ve faydası olmayan malumatla dolu olduğunu görürüz. İki ayeti veya üç hadisi yan yana getirmekte zorlanan beynimiz dizi karakterlerini, futbolcu isimlerini ve özelliklerini, film skeçlerini, siyasetçilerin anlık demeçlerini bir çırpıda söyleyebiliyor ve üzerinde saatlerce tartışacak kadar kendimize güvenebiliyoruz. Bizi ilgilendiren ve bu dünyada bulunma gayemizi hatırlatan malûmat çoğu zaman ikinci plana atılıyor.
Üstadın siyaset mevzûsunda bir talebesini imtihan etmesi son derece manidârdır:
“Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, ‘Yazık!’ dedim. ‘Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak.’ Sonra şiddetle ikaz ettim. ‘Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.’ bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selb ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.”2
Gündem denilen hadiseler çoğunlukla bizi doğrudan ilgilendirmez. İlgilendirse bile etkimiz olmadığı için konuşmanın pratikte faydası yoktur. Zararı ise hem dünyamıza, hem de ahiretimize sirayet eder. Zira günlük olaylar ve siyaset iç açıcı konuları içermez. O konular hakkında fikir beyan etmek, tartışmak o anı zehir etmeye yeterlidir. Kişilerin arkasından konuşmak durumunda kalınacağı için en hafif ihtimalle dedikodu çoğu zamanda maalesef iftiraya kadar giden günahlar işlenir. Bu kul hakları da helalleşme olamayacağı için ahiretimize menfî tesir eder.
Oysaki aklımızı, kalbimizi, ruhumuzu ve fikrimizi şeriatın, aktif siyaset yapanları ilgilendiren yüzde birlik kısmına değil de, yüzde doksun dokuzluk kısmına vermek gerekmez miydi?
“Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulû'l-emirlerimiz düşünsünler.”3
Evet, yol ikiye ayrılıyor. Bir karar vermemiz lazım. Fikrimizi ahlâk, ahiret, ibadet ve faziletle meşgul etmezsek siyaset başta olmak üzere pek çok malâyani iş ve fikirle dolması kaçınılmazdır. Seçimimiz iki dünya cennetini ya da cehennemini yaşatacak. Hazır lezzet olan cam parçalarını mı, yoksa baki elmasları mı tercih edeceğiz? Çözüm Risale-i Nur okumak ve bu mübarek şahs-ı manevî içinde kalmaktır. Başka çözüm yolu varsa lütfen yorumlarda paylaşın.
İyi bir Müslüman olmak istiyorsak hayatımızdan malâyaniyatı çıkarmak zorundayız. Bunu da tek başımıza değil, şahs-ı manevî’nin içinde gayret etmeyi en selametli yol olarak biliyoruz. Son ikazı Efendimiz’den (asm) dinleyelim:
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen (malâyani) şeyleri terketmesi, iyi bir Müslüman olmasının alametlerindendir.”4
Dipnotlar:
1.Tarihçe-i Hayat, s.228 - 2.Emirdağ Lâhikası, s.72
3. Tarihçe-i Hayat, s.76 -4.İbn-i Mâce, Fiten 12.