Allah’ın bize ahiret sermayesi olarak emanet ettiği üç kız babasıyım. Allah’ıma binlerce şükür ki Çanakkale’de büyüyüp okul çağına geldiler. Üç kardeş, üç arkadaş gibi kaynaşıp oynadılar.
Okul öncesi eğitim için Çanakkale’de Barbaros Mahallesi’nden Gazi İlkokulu’na bisikletle, birisi önümde demir kadranda yanlamasına, diğeri arkamda ellerinde beslenme çantasıyla, sol elimde Eğitim Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak derse gittiğimden kitap dolu çantam tek elimle tam bir yıl yağmurda, çamurda taşıdığım kızlarım. Evimizde hemen her gün kız ve erkek öğrencilerimizle yaptığımız Risale-i Nur derslerime katılırlar, çay için şeker dağıtırlardı. Hemen yakınımızda oturan Elazığlı hafız hanım komşumuzdan Kur’ân eğitimi de aldılar. Oraya gitmek için ayakta hazır beklerlerdi. Hafız hanımın küçük bebeği vardı. Onu kucaklayıp sevmeye bayılırlardı. İlkokulu bitirdiklerinde biz hiçbir ikazda bulunmadan kendileri annelerine söyleyerek ilk başörtülerini alıp tesettüre girmişlerdi. İkinci kızım Şule, yüksek mimar olarak Erzurum Karayolları Bölge’de çalışıyordu.
Emekli olduktan sonra Denizli’ye taşınmıştık. Kızımızı Antalya’dan istemeye gelmişlerdi. Dünürüm rahmetli Abdurrahman kendi geçmişini anlatıyordu. Kur’ân kursunda okuduğunu, kaç sene fahrî imamlık yaptığını, iyi bir mevlüthan ve dinine bağlı bir insan olduğundan söz ediyordu. Ben sonunda dayanamayıp, “Abdurrahman kardeşim ben kızımı sizinle evlendirmeyeceğim ki! Oğlunuzdan bahsedin. O da sizin gibi mi?”
Damadım İbrahim başını eğip yüzünü karartarak yaşarmış gözleriyle ümitsizce yüzüme bakıyordu. “Biz biraz düşünelim. Soralım soruşturalım. Sonra isterseniz tekrar gelirsiniz. “
Sonrasında evlendirdik. Erzurum’a gittiler. Birkaç yıl eşine uyum sağlayıp dinî hayatını birlikte yaşamaya çok gayret göstermişti. Torunum Emir’imin doğum haberi geldiğinde isim babası olarak, çok sevdiğim, saygı duyduğum, İslâmî ahlâkına hayran olduğum, Erzurum’da talebelik yıllarımda Risale-i Nur sohbetlerinde hep beraber olduğum Prof. Dr. Hacı Mehmet Gündoğdu Ağabeyimi aradım. “Değerli ağabeyim! Erzurum’da bir erkek torunum dünyaya geldi. Ben uzaktayım. Ona isim babası olur musun?”
Hocam gelip kulağına ezan ve kamet okuyup “Emir” ismini söylemiş. Torunuma bir de altın iğneleyip gitmiş. İbrahim’i çok etkilemişti. Risale-i Nurlar’a çok ısınmıştı. Yanlış insanların yanlış tavırlarıyla uzaklaştı.
Her yaz döneminde yazlık evimde beraber tatil yapıyorduk. Hemen her gün bir şeyler anlatsam da pek kulak asmıyor gibiydi. Sonraki yıllarda ve onlara ziyarete gittiğimde hep Nurlar’dan bir şeyler okumaya çalışıyordum. İmanı güçlenip ibadete başladığında, bu defa da şeytan aklını bulandırıp kalbine vesvese vermişti. Uzun süre vesvese üzerine hem birlikte dersler okuduk, hem de kendisi başka kaynaklardan araştırıp okudu. Seneler bir bir geçerken hâlâ İbrahim bir türlü hakikate ulaşamamıştı. Antalya’ya ziyarete gittğimde dersaneye derse gidecek olduğumda onu da götürebilmek için,
“İbrahim! Ben dersaneye derse gideceğim. Ancak yolu bilemeyebilirim. Beraber gidebilir miyiz? Hem sen de çıkar bir çayımızı içersin.”
İbrahim beni arabasıyla götürür. Dersanenin önünde indirir.
“Saat kaç gibi işiniz biter? Ben sizi gelip alayım” derdi.
Lise yıllarında aldığı bir bağlaması vardı. Hatta bazı yerlerde bağlama kursuna da katılmıştı. Onu çalıp türkü söylemeyi çok seviyordu. Bir keresinde Antalya’da okuma programına gitmiştim. O gün dersim vardı. Yine beni götürdü. Dersane önünde,
“İbrahim hadi gel, dersimizi dinle.”
“Baba sonra, başka zaman dinlerim. Bugün gelmeyeyim.”
—Devamı var—