Devleti idare edenlerin yanlış yapması kötü olduğu gibi, yanlışta ısrar etmeleri de kötüdür. En az onun kadar kötü olan başka bir konu da, bu yanlışları görenlerin idarecileri uygun lisanla ikaz etmemesidir.
Tabiî ki bunun için iyi işleyen bir sistem gerekir. Bazı devlet memurları işleyişteki hataları görüp ‘üst’lerine durumu aktarmak ister, ama bunun için uygun bir yol ve zemin bulamaz. Bilhassa öğretmenlerin eğitim konusundaki serzenişlerini duyunca, “İyi de bu yanlışları, hataları, aksaklıkları amirlerinize, müdürlerinize bildirme, ulaştırma imkânınız yok mu?” diye sorarız. Ekseriyetle cevap olarak da acı acı bir gülümseme alırız. “Nerde öyle bir sistem” derler.
Hakikaten her kademede devlet memurunun yaptıkları işlerle ilgili görüş ve düşüncelerini üst amirlerine ulaştıracak bir yol, yordam ve sistem yok mu? Yoksa çok büyük bir eksiklik. Varsa da çoğu memurun bu yolu işletmediği memurların anlatımından anlaşılıyor.
Sistemin en iyi işlemesi beklenen kurumlardan biri de elbette Diyanet İşleri Başkanlığı’dır ve öyle de olmalıdır. Nihayetinde bu kurumda çalışanların büyük çoğunluğu, belki de tamamı ‘ilahiyat’ eğitimi almıştır. Hocalar, hacılar, müftüler, imam hatipler ve benzeri unvanlara sahip bir kurumda meydana gelebilecek her ‘hata’ öncelikle göze batar ve sorgulanır. Yani, herhangi bir bakanlıkta ya da genel müdürlükte bir kayırma, bir ehliyetsizlik, bir israf hadisesi yaşansa belki çeşitli bahanelerle ‘savunanlar’ çıkabilir. Fakat benzer bir haksızlığın, bir israfın, bir kayırmanın, bir boş vermişliğin Diyanet ve ilahiyat camiasında meydana gelmesini kimse sineye çekmez, çekemez ve çekmemeli. Çünkü Diyanet camiasının aynı zamanda; topluma, millete ve cemiyete örnek olma sorumluluğu da vardır. Hak, hukuk ve adaleti en başta savunması icap edenler de yine ilahiyatçılar olmalı. Dolayısıyla oradaki ‘sistem’ mutlak surette adaletle işlemeli ve israfa, kayırmaya, hatalara yer olmamalı. Bu hususta ne kadar dikkat edilirse o kadar iyi olur ve bu hassasiyet gereklidir.
Peki gerçek tablo nedir? Başta ilahiyatçılar olmak üzere diyanet camiası olan bitenin farkında mı? Millet nezdinde meydana gelen itibar kaybının ne gibi sorumluluklar doğurduğu bilinmiyor mu?
Bu noktadan köylerde görev yapan imam hatipler meselesi enine boyuna konuşuluyor mu? Sadece Cuma namazı kıldırıp başka günler vazife yapmayan imam hatipler var mı? Varsa bu durumu vatandaş nasıl karşılıyor, nasıl yorumluyor?
Geçenlerde bir Diyanet mensubunun serzenişine şahit olunca konuyu gündeme taşıma gerektiği akla geldi. Bir ilimizde faaliyet gösteren Kur’ân kursundan bahseden Diyanet mensubu hocamız, kursun mekân olarak uygun olmadığından bahsetti. Hafızlık yapan öğrencilerin vaktinde açık liseye yönlendirilmediğini ve çocukların yıl kaybettiğini ifade etti. Şimdilerde alınan bir karardan da bahseden hoca, buna göre hafızlık yapanların aldığı derslerin her gün işlendiği bir sistem getirildiğini ve bu uygulama yeni başladığı halde geriye doğru 2 ya da 3 yıllık programın kaydının istendiğinden bahsetti. Hoca diyor ki, “Geriye doğru ve hem de günlük ders kaydının ne anlamı var? Bu iş için kurs hocalarının meşgul edilmesi kime ne fayda verecek?”
Bu serzenişleri duyunca, “Hocam, bu meseleleri en başta bulunduğunuz ildeki müftüye anlatsanız... Mekân, kurs için uygun değilse bunun değiştirilmesi ya da geliştirilmesini temin mümkün değil mi” diye sorduk. Hoca, acı acı gülümsedi ve “Desen ne fayda. Dinleyen var mı ki?” diye mukabele etti.
Elbette bir ildeki bir hadise bütün bir diyanet camiasını bağlamaz. Ancak sistemin iyi işlemediğine dair çok fazla hadise duyuluyor. Bu konuların mutlaka masaya yatırılması, çözüm bulunması ve Diyanet camiasının bütün çalışanlara örnek olması gerekir. Bu meselenin ehemmiyetinin farkına varalım ve problemleri hep beraber milletçe çözelim inşallah.