Telâşla evden çıktığında gün doğmak üzereydi. Yola çıkarken edilen duaları mırıldanmaya başladı. Çocukluğunda öğrendiği dualardan “Rabbi Yessir’i” okumayı da ihmal etmedi.
“Sabahın köründe” denir ya, “sabahın nuru” demek istiyorum. Sabahın nurunda, günün ilk saatlerinde; “Hayırlı yolculuklar” diyen şoförün, ücretini öderken “Allah bereket versin, selâmetle” demesi, güne pozitif başlamasına vesile olmuştu.
“Tebessüm sadakadır” hadisini düşünürken, valizleri teslim etme şeridine doğru ilerliyordu.
Görevli kızın, “İsterseniz kabin valizini de aşağı alabiliriz” demesi ile rahat bir nefes alarak “Yaa, öyle hora geçer ki, Allah razı olsun” dedi sevinerek. Tüy gibi hafiflemişti. Çünkü önünde aktarmalı uçuşun olacağı uzun bir maraton onu bekliyordu. Küçük el çantasıyla koşmaya hazırdı artık.
Pasaport kuyruğunda önündeki genç hanımla ayak üstü bir muhabbete koyuldu. Yıldız barışıklığı mıydı bilinmez birbirlerine ısınıverdiler. Sevgi fıtrata konulan, görünmeyen bir cevherdi sanki. Sevgi duygusu sevmeyi öğrendikçe çoğalan ve parlayan bir nurdu. Onun görünmesi, bir anda tutuşan çıra gibi gönüllerin birleşmesiydi. Hem konuşuyorlar, hem de pasaport kontrole ilerliyorlardı. Telefon numarasını istese hemen verecekti. İkisi de utandı istemeye. Kısa bir sürelik, ama gönülden arkadaş olarak iyi dileklerini ifade ederek ayrıldılar.
Uçağın kalkacağı peronu bulmak vardı sırada. Heyecanla etrafına bakındı.
Köşede bekleyen hanıma; “Kapı numaralarını gösteren pano ne tarafta?” diye sorduğunda, donuk bakışlı bayan mimiksiz bir yüz ifadesiyle “bilmiyorum” dercesine omuz büktü. Bu da başka bir manzaraydı işte.
Kapı numarasının açıklanmasını beklerken çok yorulmuştu, oturacak yer aramaya başladı. Yabancı bir ailenin arasında boş bir koltuk buldu izin isteyerek oturdu. Sağında oturan genç baba, kucağındaki ağlayan bebeğini uyutmaya çalışırken solunda oturan bebeğin annesi elinde telefonla dünyadan kopmuş vaziyette tuhaf bir görüntü sergiliyordu. Gençliğini hatırladı. Yavrularından gözünü ayırmayan bir anneydi zamanında. Her şeyin zamanla ne kadar çok değişime uğradığını fark etti.
Uçağa çağrı anonsundan sonra nihayet koltuğuna oturabilmişti. On dört yaşlarındaki oğluyla ön sıradaki bayanın hırçın tavırları dikkatini çekti. Hareketleri, konuşmaları baskın bir karakter olduğunu ortaya koyuyordu. El çantası, sırt çantası, kabin valizleriyle işgalci bir tutum sergiliyordu adeta. Karşı taraftaki bagaja montunu iteleyerek sıkıştırmaya çalışırken oğlu: “Anne orası başkasına ait” dese de dinlemedi. Hostesin: “Çantanız büyük aşağı alsanız?” demesine de itiraz eden bayan, taşkın tavrını seyahat boyunca sürdürdü.
Öbek öbek bembeyaz bulutların üstündeydiler şimdi. Arada türbülansla sarsılan uçak, ölümle hayatın arasında ince bir çizgi olduğunu hatırlatıyordu. İnancın emin ikliminde olmanın huzuru içindeydi.
Yol uzundu. Pencereden dışarıyı seyrederken düşüncelere daldı. Apron otobüste yer veren gencin nezaketi, dış hatların yerini sorduğunda içtenlikle tarif eden kişi, toplu iğneniz var mı? sorusunu sorarken mahcup edalı genç kız, hırçın bayan, taksi şoförünün duası vs. Hepsi insan manzaralarıydı...
Gülümsemeyi hafife almayalım. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur.” Bir gülümseme, bir çift tatlı söz, bir parça samimiyet; belki mutsuz bir insana umut olacak, kalbi kırık bir insanı hayata bağlayacak, yaralı bir gönle şifa olacak kimbilir...
Sevgiyi yaşatmak insanlığı yaşatmakla eş değerdir...