Bir kara sevda yeşerdi bağrımızda. Bir kutlu muştu yankılandı gönül fermanımızda.
Bir ebedî neşve durdu yüreğimizde alabildiğince. Gönlümüzün topraklarında büyüttük mübeccel tohumlarımızı. Ve güzel bir sır bulduk içimizde. Özde, sözde, bizden ve bize dair bir şeyler…
Bu hizmete hayatını adamış olanlar, gecelerini, gündüzlerini Risale-i Nur hakikatlerine dilbeste geçirenler, her olduğu yeri Nur’dan halelerle süsleyenler bu dediklerimi daha iyi anlayacaklardır.
Kâinatın binler tılsımını, insanın kalbinin bin kapılı bir saray olduğunu, gönüllere girmenin, kalpler kazanmanın, gönül teline dokunmanın kâinatta hiçbir şeye değişilmediğini biz Risale-i Nur’dan öğrendik. “Kâinattan Hâlık’ını soran seyyah” öğretmenimiz oldu. Bize Yaratıcımızı yıldızlarla, gezegenlerle, güneşle, yaratılmış eserlerle, yağmurla, gök gürültüsüyle, hassaten Ceziretü’l Arapta Peygamber-i Zişan’la (asm) tanıttırdı, sevdirdi. Gamlı, kasavetli kalbimizi sevgiyle donattı, “muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur” dedi usulca. Peygamberimizin (asm) reddedilip unutturulmaya çalışıldığı zaman dilimlerinden bize Efendimiz’i (asm) üfledi. O’nun (asm) aşkıyla yandık, O’nun (asm) sevgisiyle gördük, O’nun (asm) hasretiyle gözyaşı döktük yıllarca. Adını en uzak diyarlara duyurmaya adadık kendimizi. Olur da bir nur gönderir ötelerden, sonsuzluğuyla kül eder, gözlerimizi aşkıyla mühürler diye. Efendimiz’in (asm) muhabbetini sımsıkı sarılacağımız yegâne bir hablu’l metin olarak gösterdi Risale-i Nur. Sarıldık, sarıldık ve ağladık. Bir daha hiç bırakmamacasına…
“Karıncayı emirsiz, arıyı yasubsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye, elbette beşeri nebisiz bırakmaz” diyerek sadece Peygamberimizin (asm) değil bütün Peygamberlerin beşer için ne kadar büyük bir saadet ve nimet olduğunu haykırdı. “Mu’cizât-ı enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’caz-ı Kur’ân” ile Kur’ân’ın yed-i kudretini mu’cizeler yoluyla gösterdi, beşerin arkasına dest-i teşviki vurdu. Çalışmanın, gayretin, küheylanlar gibi koşmanın, koşturmanın nihayet hududunu gösterdi.
Kâinatın hiçbir cenahında değişmeyen, hiçbir ülkesinde bitmeyen, doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyiyle her an secde halini gösteren namazla buluşturdu bizi Risale-i Nur. Başta Bediüzzaman’ın şahsında okuduk namazı. Alenî namaz kılmanın yasak olduğu bir zamanda, Emirdağ’daki meydanda, jandarmaların ve ahalinin şaşkın bakışları arasında, başından hiç çıkarmadığı sarığı ve cübbesiyle, yere serip üzerinde namaza durduğu seccadesinde gördük namazını. Ateşîn bakışları, namazındaki duruluk ve sâfiyet hiç kimseyi namazına yaklaştırmadı. Kimse bir şey yapamadı ona ve namazına. Yasaktır diyemedi, ellerini bağlayamadı.
Yıllar önce daha gençliğinin ilk yıllarında jandarmalar eşliğinde şehri terk etmek zorunda bırakıldığı zaman, namaz vakti girince kelepçelerin çözülmesini istemiş, jandarmalar çözmeyince harika bir şekilde açılan kelepçeleri bir kenara bırakarak abdest almış, namazını kılmış ve jandarmalardan tekrar kelepçelemelerini istemişti. İşte yıllar sonra Emirdağ çarşısındaki meydanda, hükümet yetkililerinin ve insanların gözü önünde kıldığı namaz da aynı namazdı. Hiçbir şey eksilmemişti o namaz ruhundan, bir milim sapma olmamıştı. Aynı duruluk, sâfiyet, ihlâs…
Üstadın hayatıyla çıktığımız namaz yolculuğumuza, 4. Söz ve 21. Söz’le devam ettik. Hatta bu öyle bir yolculuktu ki, Risale-i Nur’un her bir satırına nakış nakış işlenmiş namaz ve ubudiyet ruhunun altın ibrişimlerini yakaladıkça, Allah’a kulluğun değerini bildik, O’nun kudretine boyun eğmenin sonsuz ufkunu yakaladık.
Ubudiyet insana öyle iki kanat takıyor ki, onsuz hiçbir yere uçamıyorsunuz. Öyle muhteşem bir ruh üflüyor ki, o ruh olmadan size hayat sahibi denmiyor. Öyle sihirli bir evrad oluyor ki, onu okumadan kimseye ulaşamıyorsunuz. Hizmetiniz geçici ve beyhûde oluyor.
Hülâsa;
Biz bir cüz’dük, Risale-i Nur küll etti. Biz bir meyyittik, Risale-i Nur bizi Kur’ân hakikatleriyle diriltti. Biz perişan, ümidi kesik, hayattan eli eteği çekilmiş bir gedaydık, Risale-i Nur bizi ümitle doldurdu, şevkle kamçıladı, hayatımıza istikamet verdi. Varlığı, hadisâtı, ahlâkı öğretti, gözlerimize fer, gönlümüze ışık oldu. Bu nurdan, ışıktan, devadan başkalarını da haberdar etmek oldu hayat gayemiz.
Böyle bir mefkûre yetiştirdik gönül harmanımızda. Hasadımızı kimler yapar, yaptığımız yollardan kimler yürür, diktiğimiz çiçekler kimlere yâr olur bilinmez, ama biz bu dünyada maksudunu bulmuş, onunla mutmain olmuş, daha dünyadan hiçbir beklentisi kalmamış bir ruh dinginliğinde kapıyoruz gözlerimizi.
Ve Üstadımız Bediüzzaman gibi diyoruz:
“Siz bana dünya kapısını kapadınız. Ben de ahiret kapısını çaldım, rahmet-i İlâhiye açtı.”