Bir anne ve baba düşünelim.
Kısacık dünyasını evlâdı için şefkat saikasıyla adar. Kendi yemez yedirir, içmez içirir. Çocuk fedakârlığı, sığınmayı, güveni ilk anne ve babasından öğrenir. Bütün bu hakikatlere rağmen kendini düşünen bir toplum haline geldiğimizi ibretle müşahede ediyoruz. Peki, bu duruma nasıl gelindiğini sorgulamamız gerekmez mi?
Âyeti kerîmede mealen; “Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak da çocuk kendisinden olanın (babanın) borcudur.” 1 denilir.
Maalesef son zamanlarda çokça işitmeye başladığımız vakıa üzerinden mezkûr âyetin manasından ne kadar uzaklaştığımızı anlamaya çalışalım:
Bir baba, kızının özel üniversitede iki yıl okuması için kayıt ettiriyor. Ama bunu mezun olduktan sonra çalışıp geri ödemesi karşılığında yapıyor. Kızcağız çalışmaya başlıyor ve her ay babasına borcunu ödemeye çalışıyor. Anneye deniliyor ki; ‘Ne güzel iğne oyası yapıyorsun, kızının da çeyizini hazırlarsın. Annenin cevabı şaşırtıcı; “Aaa! Bana ne, çalışıyor. Önce babasına borcunu bitirir, sonra da bir yıl daha çalışır çeyizini hazırlar evlenir” Ve bu davranışı sergileyen ehl-i dünya biri değil. Son dönemlerde çocuklara uygulanan şiddetler revaçtayken akla şu soru geliyor: Cahiliye devrinde öldürülen kız çocuklarına yasak ve merhamet getiren İslâm, nasıl oluyor da bu ülkede yaşayan katı kalpli insanlara işlemiyor?
Bu sualin cevabını İmam-ı Âzam’ın bal hadisesi verir: Çocuğun birisi bal yiyince vücudunda yaralar çıkar, ama bir türlü bal yemeyi de bırakamaz.
Sonunda, tavsiye üzerine, İmam-ı Âzam’ın yanına giderler. Sorunu dinledikten sonra çocuğun anne ve babasına; “Kırk gün sonra gelin” diyerek yolcular.
Kırk gün geçtikten sonra tekrar görüşmelerinde çocuğa; “Bundan sonra bal yeme evlâdım!” der. Sonraki günlerde bakmışlar ki çocukları artık bal istemiyor! Merak etmişler bunun sebebini.
İmam-ı Âzam’a tekrar giderek; “Efendim, ona bir cümle söylediniz. Nasıl onu baldan vazgeçirebildiniz? Nedir bunun hikmeti?” Gülümseyerek şöyle cevap vermiş Ebu Hanife: “Kırk gün önce, ben de bal yiyordum. Bal yiyen birinin, başkasına ‘bal yeme’ demesi etkili olmazdı. Sizin ilk gelişinizde bal yemeyi kestim, önce nefsimde denedim bunu. Kendim bunu bırakmanın mümkün olduğunu görünce sözüm de ona tesir etti.”
Allah (cc) âyet-i kerîmesinde ne emrediyordu:
“Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” 2 Demek ki sözlerin tesiri için önce kendi nefsimizde yaşamalıyız. “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.” 3 kaidesini hayatımızda canlı tutmalıyız.
Ve şu soruyu da sormadan geçemiyoruz: Çocuklar, anne ve babasından karşılıksız sevgiyi görmeden büyürse, ileride karşılık görmeden anne babaya merhamet duyar mı?
Şefkat abidesi olan anneyi, Bediüzzaman Said Nursî şu veciz ifadelerle akla yaklaştırır:
“Valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.” 4 Buradaki hakikatte hayvan dahi olsa annenin evlâdı için canını bile hiçe sayabileceğini gösteriyor. Şimdi muhasebe zamanı. Fedakârlık en çok anneye yakışırken, bu hissiyatı kendi rahatımıza tahsis ettik. Fıtratımız, canını bile evlâdı için feda etme üzerine yaratılmışken, ne zaman ‘gözlerimi yoramam’ diyecek boyuta geldik?
Nitekim Hz. Peygamber’den (asm) rivayet edilen bir hadiste: “Evlâdın baba üzerindeki hakkı üçtür: Ona güzel bir isim koyması, okuma yazma öğretmesi ve zamanı geldiğinde onu evlendirmesi.” 5 Allah bizlere en kutsal mesleği vererek, Rahman ismine ayinedarlık etme vazifesini yüklemiştir. Biz bu ismi yaşayıp tecelli ettiremezsek, merhametlilerin en merhametlisi olan Zattan merhamet nasıl dileyebiliriz bir düşünelim mi?
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 233.
2- Saff Sûresi, 2-3.
3- Bediüzzaman, Sözler, Yirmi Birinci Söz, s. 424.
4- Bediüzzaman, Mektubat, On Birinci Mektup, s. 68.
5- Suyûtî, El-Câmiu’s-sağîr, II, 538.