İngiltere’nin ABD’yi yönlendirme süreçlerinde, ABD sisteminin kilit noktalarında yuvalanan Yahudi lobisi ve bu lobiyle ortak çalışan İsrail devleti de son derece etkin ve aktifti.
Böylece, sonuçta ABD politikaları büyük ölçüde İngiltere-İsrail ekseninde şekillendi.
Bu fitne politikaları Ortadoğu’daki fitnenin ateşini yakan işgalci İsrail’i ne pahasına olursa olsun ayakta tutup muhafaza etmek ve diğer bölge ülkelerinde de müstebit dikta rejimlerini desteklemek şeklinde devam etti.
1991’de Irak’a saldırı gerekçesi olarak gösterilen Saddam rejimi bunların başında geliyor. Saddam’ı 35 yıl boyunca ayakta tutan, her türlü silah ve teçhizatla donatan, İran’a saldırtan, Kuveyt’i işgaline yeşil ışık yakan, akabinde bu işgali de gerekçe göstererek Saddam’ı “cezalandırmak” için başlattığı savaşı Bağdat’ın kapısına kadar gelmişken durdurup Irak diktatörünü devirmekten vazgeçen, ama o zaman yarım bıraktığı işi on yıl sonra kanlı bir işgalle tamamlayıp Saddam’ı ipe çektiren güç yine ABD ve ortakları değil miydi?
Aynı durum, Arap baharı diye anılan, ama sonu “kara kış” olan süreçte kanlı çatışmalara sahne olan Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye gibi ülkeler için de geçerli değil mi?
Dolayısıyla, gerek evvelâ ABD’ye ve ortaklarına, gerekse Türkiye başta olmak üzere bütün bölge ülkelerine çok ağır faturalar ödeten savaş ve gerilim politikalarıyla varılacak nokta, kan ve gözyaşından ve bugünkü usandırıcı fasit daireden başka birşey olamazdı.
Bu çemberi kırmanın yolu, her hâlükârda özgürlük ve demokrasiye yatırım yapmaktan geçiyor. Herkes için huzur ve barışın yolu, BOP gibi karanlık projelerle gündeme getirilen yeni fitne, savaş ve çatışmalardan değil; Türkiye başta olmak üzere bölge ülkelerinde demokrasiyi geliştirmekten geçiyor.
Nitekim bu çerçevede, eğer 1950’lerin ortasında Türkiye, Irak ve Pakistan arasında imzalanan ve Bediüzzaman’ın, dönemin Cumhurbaşkanı ile Başbakanına mektup yazarak tebrik ettiği Bağdat Paktı yaşatılabilse ve geliştirilseydi, durum çok farklı olurdu.
İslam toplumunun üç ana unsuru olan Türkler, Araplar ve Hint Yarımadasıyla birlikte Uzakdoğu Müslümanlarını da temsil eden Pakistanlıların bu ittifakı, bilahare İran’ın da katılımıyla Bediüzaman’ın “Cemahir-i Müttefika-i İslamiye” olarak ifade ettiği “Birleşik İslam Cumhuriyetleri” modelinin temeli ve çekirdeği olabilirdi. Çözüm yine o modelin ihyasında.