"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Gerçek Selefi kimlerdir?

M. Ali KAYA
03 Kasım 2016, Perşembe
Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin en hayırlıları benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir” buyurur. Bunlar da Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn denen ilk üç kuşak nesildir. Ki, bunlar Bediüzzaman Said Nursî’nin de belirttiği gibi “Asr-ı Saadet’ten teşerrüb eden” “Üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz olan” Selef-i Salihindir. Bunlar bütün Müslümanların örnek aldığı nesillerdir.

Asrımızda ilmin yaygınlaşması ve “Hürriyet-i fikirden neş’et eden fikir anarşisini” netice vermiştir. (Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, 2011, s. 633.)

Maalesef günümüzde bilginin yaygın olması ve herkesin fikir beyan etmesinden kaynaklanan fikir anarşisi ile bilgi kirliliği yaşanmaktadır. Bu da iyi niyetli bilgisiz ve saf mü’minlerin aldanmasına sebep olmaktadır.

Siyasal Selefiliği de bu anlamda ele almak gerekir.

Son dönemlerde ortaya çıkan ve “Gerçek İslâmı, ‘Kur’ân İslâmını’ biz temsil ediyoruz” diyen akımlardan en etkileyicisi “Selefiliği” iddia edenlerdir. Zira Selefiliğin tarihi temelleri derindir ve özellikle mukaddes topraklarda “Vehhabilik” şeklinde ortaya çıkan ve devlet haline gelen bir akımın saf ve yarı cahil Müslümanları etkilemesi gayet tabiîdir.

Son dönem Selefileri gerçekte ne Selef-i Salihin olarak bilinen “Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn”in temsil ettiği “Selefiyeye” ve ne de Abdulvahhab’ın kurduğu “Vehhabî” akımına benzememektedir. Ancak onları istismar ederek Müslümanlar içinde kendilerine yer bulabilmektedirler.

Günümüzde dikkatleri üzerlerine çeken Modernistler, Reformistler ve kendilerine “Ehl-i Kur’ân” diyen Mealciler ve Selefiler gerçekte Vehhabilikten etkilenen gruplardır.

Arabistan Vehhabilerinin son dönem ortaya çıkan Siyasî Selefiliğin radikal eylemlerini kabul etmeleri mümkün değildir. Onların yanlışlarını ve İslâma verdiği zararları görerek kendilerini sorgulayarak gerçek Selefî olan “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” çizgisine yanaşacağı tahmin edilebilir.

Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsa, içinde mutlaka bir hak ve hakikat tarafı bulunabilir.” (Mektubat, 623.) Kaldı ki, her bir mezhebin içinde veya mensuplarının efkârında doğru ve yanlış tarafları bulunmaktadır. Vehhabiliğin de içinde bütün aşırılıklar ve yanlış itikat ve davranışların yanında bir takım doğrular bulunmaktadır. Yanlışlarını bu büyük İslâm cemaatinin içinde azınlıkta olduklarından dolayı tashih edecekleri ümit edilir. Hz. Ali (ra) “Hakkı arayıp da bâtılı bulan, batılı arayan gibi değildir.” Onlar, hakkı aramak üzere bir kısmının aşırılıklarına tepki olarak ortaya çıkmışlar; ancak itidali gösterememişler ve aşırılığa aşırılıkla karşılık vermişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri, Vehhabiler konusunda kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabın sonunda “Vehhabilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâm’ın havz-ı kebiri içinde ya erir, ya itidâle gelir; çünkü membaı hariçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Membaı hariçte olsaydı çok düşündürecekti...” (Mektubat, 623.) demektedir.

Gerçek Selefi kimlerdir?

Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin en hayırlıları benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir” (Buhârî, Fedâilu’s-Sahabe, 1; Rikâk, 7; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 216) buyurur. Bunlar da Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn denen ilk üç kuşak nesildir. Ki, bunlar Bediüzzaman Said Nursî’nin de belirttiği gibi “Asr-ı Saadetten teşerrüb eden” “Üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz olan” Selef-i Salihindir. (Bediüzzaman, Muhakemat, 2011, s. 60.) Zira o zamanda onları mümtaz ve serfiraz kılan “Hak ve bürhan ve akıl ve meşveret”le hareket etmeleridir. (Muhakemat, 60.) Bunlar imanda, İslâmı anlamada, ilimde ve amelde bütün Müslümanların örnek aldığı nesillerdir.

İşte bu üç kuşak nesle “Selef” ve salih olmalarından dolayı da “Selef-i Salihin” denilmiştir. Sahabe kuşağı, Peygamberimiz (asm) ile beraber İslâma hizmet edenlerdir. Sahabeler adildirler ve asla yalana ve hileye tenezzül etmedikleri konusunda ulemanın icmaı vardır. (Mektubat, 2012, s. 208) sahabe Kur’ân-ı Kerîm’de övülmüş ve Allah’ın kendilerinden razı olduğu açıkça ifade edilmiştir. (Tevbe Sûresi, 9: 100.)

Tabiin, Peygamberimizin (asm) vefatından sonra sahabeleri gören ve onlardan hakikat dersi alan, Kur’ân ve Hadis dersini sahabelerden alan kuşaktır. Bu kuşak iman, amel, edep, takva ve ahlâkta müstesna bir mevkiye sahiptirler. Bu dönemin meşhur imamları Hasan-i Basri, Süfyan-i Servi, İbrahim Nehâî, Şa’bî ve İmam-ı Azam gibi meşhur âlimlerdir.

Tebe-i tabiîn ise tabiînin imamlarından ders alan Kur’ân, Hadis, Fıkıh, Tefsir ve Siyer konusunda eser te’lif ederek Kur’ân ve iman hakikatlerini eserleri ile muhafaza eden kuşaktır. Bu dönem bir nevî ihtisas dönemidir. İtikadî ve fıkhî mezhepler bu dönemde teşekkül etmiş ve birer ekol haline gelmiştir. İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel bu dönemin önde gelen âlimleridir.

Selef-i Salihîn ilim, amel ve fazileti birleştiren insanların yetiştiği bir dönemdir. Bu sebeple ümmetin vazgeçilmez bir istikamet önderleri olmuşlardır. Ümmet içinde ne zaman gevşeme, sarsılma ve fitne ortaya çıkmışsa bu üç neslin temsil ettiği İslâm anlayışıyla doğru yolu ve istikameti korumuşlardır.

“EHL-İ SÜNNET AŞIRILARI”

Bugün Irak’ta, IŞİD adında bir devlet kurduğunu ilân edenlerin Selefi/Vehhabî çizgide olduğu bilinmektedir. Toptancı ve dışlayıcı bir anlayışla hareket etmektedir. Öncesinde El-Kâide’ye bağlı iken ayrılarak devletini ilân etmiş ve tarihte olduğu gibi Şiî düşmalığı yaparak kanlı eylemlere başlamıştır.

Konuyla ilgili olarak, gazeteci Engin Dinç’in Hitit Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cemil Hakyemez’le yaptığı bir ropörtajda Doç. Dr. Hakyemez özetle şöyle demektedir:

“Araplar İslâm dinini kendi öz değerleri olarak gördükleri için kendi geleneksel düşünce kalıplarını zorlayan din yorumlarına hiçbir şekilde müsamaha göstermemişlerdir. Bu yüzden henüz İslâm mezheplerinin yeni teşekkül etmeye başladığı dönemlerde özellikle Ebu Hanife vb. mevalinin re’y, yani akla dayalı yorumlarını hep bid’at olarak değerlendirmişlerdir. O dönemde Ashabu’l-Hadis adı altında oluşan bu reaksiyoner tutumun günümüzde Selefilik olarak devam ettiğini görüyoruz.

18. Asırda ortaya çıkan Vehhabilik de benzer şartların ürünüydü. Osmanlı devletinin Ruslar ve İngilizlerle olan savaşlarından dolayı Arabistan bölgesinde oluşan otorite boşluğu neticesinde kontrolden çıkmış sûfi hareketler ve Şiîlerin imam türbelerine aşırı derecede saygılarına bir de Batının Müslüman topraklarını işgal etmeye başlamaları da eklenince, bunlara karşı bir tepki olarak Vehhabilik hareketinin oluşumu neredeyse kaçınılmaz hale gelmiştir. Selefîlik ya da Vehhabbîlik fark etmez, bunlar elbette Ehl-i Sünnet’in bir parçasıdır. Fakat Ehl-i Sünnet çok geniş bir yapı olduğu için günümüz İslâm dünyasında Şiîler dışındaki Müslümanların hemen hemen tamamı Ehl-i Sünnet sayılmaktadır. Bu yüzden onlara “Ehl-i Sünnet’in Aşırıları” demek daha doğru olur.

İlk dönemlerde Hanbeliler, sonra da Vehhabiler, sadece Şiîler için değil kendilerinden olmayan Sünnî gruplar için de tehlike oluşturmuşlardır. Hanbeliler, Bağdad’da mescidleri basarak Şafiîleri bile tartaklamışlardır. Benzer şekilde, Muhammed b. Abdulvahhab’ın koruyucusu Su’ûd b. Abdülaziz, Medinelilere mektup yazarak onları İslâm’a dâvet etmiştir. Çelişkiye bakın. Kimi nereye dâvet ediyor? Medine, İslâm’ın doğduğu yer, kendisi ise Necid bölgesindeki bedevî kabileye mensup bir şahıs.

Onlar kendilerini “Fırka-i Naciye” yani kurtuluşa ermiş fırka olarak gördükleri için kendileri dışındaki bütün Müslümanları dalâletle suçlamaktadırlar. Bu düşünce 3/9 Asırda Ahmed b. Hanbel taraftarları olup “Ashabu’l-Hadis” olarak ortaya çıkmış 8/14. Asırda İbn-i Teymiye ve 18. Asırda da Muhammed b. Abdulvahhab tarafından temsil edilmişler ve günümüze kadar gelmişlerdir.

Geleneksel Selefi çizgi hep şiddetten beslenmiştir. Zira tarihî süreç içerisinde sürekli reaksiyoner olmaları ve özgüven duygusundan ziyade, yenilgi psikolojisi ile hareket ediyor olmaları, Selefî söylemlerin ortak paydası olmuştur. Onların Selef döneminin temsil ettiği hakikate sahip olma duygusu, İslâm adına insanlar üzerinde hak iddia etmeleri, yaşadıkları günden hoşnut olmamaları, ötekileştirici din dilini tercih etmeleri ve kıyametin yaklaştığı ve Mehdî beklentileri, kendilerinde nefret dilinin gelişmesine yol açmıştır. Bu katı ve dışlayıcı düşünce yapısı, söz konusu radikal örgütler için bulunmaz teolojik ve duygusal imkânlar sunmaktadır. Bununla birlikte sert ve katı mizaçlarından dolayı, tıpkı Hariciler gibi kendi aralarında da anlaşamamaktadırlar. Bu yüzden günümüzde pek çok Selefilik şekli ortaya çıkmıştır. Yani metodolojilerinin çok sert olması, hayatın gerçekliğiyle çatışmakta ve sonuçta zıtlaşmalar, redler ve kesin ayrılıklar ortaya çıkmaktadır.

Siyasî Selefilik akımının doğuşu

Son dönemde ortaya çıkan Selefîlik akımı Asr-ı Saadet’ten sonraki büyüklerin arkasına sığınıp istismar etmeye yönelik bir siyasî hareket olarak görülebilir. Bu sebeple buna “Siyasî Selefilik” demek daha uygun olacaktır. Selef-i Salihin İslâm anlayışı iddiası ile ortaya çıkarak siyasî emellerini gerçekleştirmek istedikleri eylemlerinden anlaşılmaktadır. Halbuki “Selef-i Salihin” siyasî çekişmelerden uzak durarak doğrudan ümmetin “imanına” “ibadet hayatına” “ahlâkına” hizmet edip ilime önem vermiş, eğitim ve irşad metodunu takip etmişlerdir. Ümmetin birliğini camilerde, inançların düzelmesinde, cemaatle namaz kılarak camilerde birliği sağlamaya çalışmış, İslâm ahlâk ve faziletini yaşamayı halka öğütlemişler ve kendileri de bu konuda örnek olmuşlardır. Kendileri siyasetten uzak durdukları gibi talebelerini de siyasî çekişmelerden uzak tutmuşlardır.

Muhammed b. Abdilvehhab’in (1703-1792) yürüttüğü siyasî “Vahhabîlik” hareketine de daha sonra Selefîlik denmiştir. Abdulvahhab, Selefîliği savunarak ilk Mekke ve Medine’de Suudî Devleti’ni kurmuştur. Abdulvahhab Selefîliğe siyasî ve politik yöne çekmiştir. Vehhabilerin başını çektiği siyasî İslâmcılık akımı 18 ve 19. yy’da Müslüman aydınların aradığı kurtuluş reçetesi olarak takdim edilmiştir.

Müslüman aydınların savunduğu ve adına “İslâmcılık” denen siyasî akım XIX. Yüzyılda Mısır’da Cemaleddin Efgani, Reşit Rıza, Muhammed Abduh gibi kalem ve kelâm erbabı tarafından farklı şekillerde dillendirildi. Siyasî “İttihad-ı İslâm” düşüncesi de böylece ortaya çıkmış oldu. XX. Yüzyılda ise Muhammed İkbal, Seyid Kutup ve Ali Şeriatî gibi isimler bu düşünceye güç vermişler, katkıda bulunmuşlardır.

Osmanlı’da da bir kısım kalem erbabı gerek “Hilâfet” ve gerekse “İttihad-ı İslâm” düşüncesi altında bu siyasî akımdan etkilenmişlerdir. Bunların başında Mustafa Sabri Efendi, Eşref Edip, Necip Fazıl Kısakürek ve daha pek çok yazar “Siyasî İttihad-ı İslâm” ve “Siyaset yoluyla dine hizmet etme” metodunu devamlı olarak işlemişlerdir.

Her ne kadar “Selefîlik akımı” ile “Siyasal İslâm” birbirinden farklı ise de temel düşünce olarak birbirinden etkilenmiştir. Ancak Selefiler aşırıya kaçarak kendileri gibi düşünmeyenleri itikadi olarak İslâm dışına çıkarıp kanlarını helâl saymış ve fiilen bunu uygulayarak isyan hareketleri ile pek çok Müslümanın kanını dökmüşlerdir.

Okunma Sayısı: 13698
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı