İnsan, gelişmek, terakki etmek, mükemmele ulaşmak için bu dünyaya gönderilmiş. Bunun yolu da eğitim. Eğitimin yollarından en önemlisi ise kitaplardır ve onları okumaktır.
Okunması gereken ilk kitap da Kur’ân olmalıdır. Kur’ân’ı en güzel ve doğru bir biçimde okuyan sahabelerin seçkinlerinden Abdullah bin Mesud (ra); “Kur’ân’ı, her zaman açıp okuyabileceğiniz bir yerde bulundurun. Tâ ki, büyükler okuyup ders alsınlar, küçükler de (en kısa zamanda) öğrensinler” demiştir.
Buna göre okurken geçenlerde rastladığım Cuma Sûresi 5. ayetinde, Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor; “Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.”
Görüldüğü gibi Allah, Yahudileri, Tevrat’ı okuyup uygulamadıkları için “Kitap yüklü merkep” benzetmesiyle tanımlamaktadır.
Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Hülasat-ül Beyan Fi Tefsir-il Kur’ân adlı eserinde bu Ayetin tefsiri mahiyetinde şunları yazıyor; “Çünkü onlar evvela Tevrat’la amel edeceklerini söyleyip taahhüd altına girdikleri halde sonra sözlerinden dönerek Tevrat’la amel etmeyi terk ettiler. İşte onların halleri kitap yükünü götürüp de o kitaptan asla faydalanmayan merkebin hali gibidir. Çünkü merkepler kitabı götürür ve lâkin içinde ne gibi bir ahkâm var onları bilmez ve amel etmez. Binaenaleyh; çekmiş olduğu zahmete mukabil asla fayda görmez. İşte Kur’ân’a uymaya söz verip de mucib ve muktezasıyla amel etmeyenlerin halleri de aynı bu merkebin hali gibidir. Çünkü Kur’ân’ın ahkâmıyla amel etmedikleri cihetle verdikleri sözün ağırlığından başka menfaatleri yoktur. Fahreddini Razi ve Hâzin’in beyanları veçhile, bu ayet-i celile her ne kadar Tevrat’la amel etmeyen Yahudileri zemmediyorsa da, kendi kitabıyla amel etmeyen milletlerin hepsini zemmetmiştir. Bilhassa, Kur’ân’a iman edip te amel etmeyen Müslümanlara daha ziyade zem vardır. Zira darb-ı mesel, her ne kadar Yahudiler hakkında varid olmuşsa da Kur’ân’da bahsedildiğinden, Kur’ân’la amel etmeyenlere ‘Siz de bu merkep gibi olmakla Yahudilerden geri değilsiniz.’ demek mânâsına gelmektedir ve bu suretle amel etmeyenlere imalı bir hatırlatmadır.”
Süleyman Ateş, bu ayetin tefsirindeşöyle bir açıklama yapmaktadır; “Kendilerinin Allah’ın dostları, seçkin kavmi olduklarını iddia eden Yahudilerin davranışı kınanıyor. Evet, Allah onlara peygamber göndermiş, Kitap indirmiştir. Ama onlar o kitabın (Tevrat’ın) emirlerini gereği gibi uygulamamışlardır. Yolları Kitabın söylediklerine uymaz. Bu halleriyle onlar tıpkı sırtında kitap taşıyan eşeğe benzerler. Eşek nasıl taşıdığı kitaplardan yararlanmazsa, onlar da aralarında bulunan kitaptan yararlanmazlar. Yararlansalar, dinin ruhunu anlar, Hz. Muhammed’e (asm) gelen vahiylerin de Allah kelâmı olduğunu kabul eder ve Hak yolunun açılmasını engellemezlerdi. Allah’ın Ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah zalim, yani haksız insanları doğru yola iletmez.” denilmektedir.
Helaket ve felâket asrının tefsiri olan Risale-i Nurlardan aldığımız derse göre, herhangi bir sözün (meselâ bu söz konusu ayetin) mütekellimi kim, muhatap kim, hangi makamda söylenmiş ve maksadı nedir? diye incelemeye kalkalım.
Bilindiği gibi mütekellim, yani söyleyen Allah’tır. Yahudilere karşı söylenmiş, verdikleri sözden dönmeleri üzerine söylenmiş ve durumlarını onlara ve onlardan sonra gelecek insanlara ders vermek için söylenmiştir.
Kur’ân’ın hükümleri zamana ve mekâna bağlı değildir. Bu açıdan bu ayeti sırf Yahudileri ve onların zamanında söylenmiş gibi kabul edemeyiz. Allah(cc), nasıl o zamandaki Yahudileri bu şekilde vasıflandırmışsa, bu zamanda da aynı durumda ve şartta, Kur’ân-ı Kerim’den istifade etmeyen Müslümanlar da aynı hitaba muhataptırlar.
Bir mü’min ve müslüman olarak dinimizi eşten, dosttan, başka insanlardan öğrendiğimiz gibi öncelikli olarak Kur’andan okuyarak öğrenebiliriz.
Kur’ân’ı ve içindekileri öğrenmek için O’nu “okumak” gerekmektedir. Okumak, fakat okuduklarımızı, emirlerini, nehiylerini “uygulamak” için okumak gerekir.
Kur’ân’ı uygulamak üzere okuyan ve elinden geldiğince uygulamaya çalışan kişi, artık gerçek mü’min olma yoluna girmiş demektir. Kişi, böylece, günler geçtikçe Kur’ân’ın hayatının her anını nasıl kapsadığını hayretle, şevkle ve Kur’ân’a olan inancı, imanı artarak görecektir. Kur’ân’ı yeterince, istekli ve şevkle okuduğumuzda, dünya ve ahiret için gerekli olan her şeyi öğrenebiliriz. Çünkü; “Kur’ân-ı Hâkim; ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir.” (Sözler, 170)
Kitabı (Kur’ân’ı) okumak, ama sadece okumak bizlere sevap kazandırabilir. Belli bir mânevî zevk de verebilir. Fakat onun mânâlarını, tefsirlerini okuyup da bize ne söylemek istediğini anlamaz ve uygulamazsak, yukarıdaki ayette bahsedilen benzetmeye biz de muhatap olabiliriz.
Sevgili Peygamberimiz (asm) zamanında münafıklara karşı cihad yollarından biri de dini eğitim ve öğretime gereken önemi vermekti. Bunun gereği olarak da Kur’ân-ı Kerim’i çok okumalarını ve hayatlarına tatbik etmelerini onlardan istiyor ve öylece ders veriyordu.
Bu konuda Hz. Ebubekir (r.a.), “Kitaplar akıllı kişilerin bahçeleri, faziletli kişilerin güzel kokulu çiçekliğidir” diyerek kitapların önemini belirtmiş. Kitapların efendisi ise, Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu güzel bahçenin nadide çiçeklerinden istifade etmek, insanlığın iktizasıdır.
Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemek de çok güzel bir meziyettir. Ancak, bir insan, ezberindeki Kitabın emirlerini yerine getirmiyorsa, o da Kur’ân’ın ifadesiyle, kitap taşıyan bir merkepten farksızdır. İşin özü, iman ve Kur’ân hakikatlerini okumak, yaşamak ve muhtaç olanlara anlatmaktır.