Evet, Nur Dağının, Rahmet Dağının sırrını-manasını idrak ederek dağları mesken tutmuş bu Asr-ı Saadet Müslümanını kim korkutabilir, ona kim hangi cesaretle ilişebilirdi?
Gerçi, ona ilişmeye yeltenenler olmadı değil. İliştiler, hatta canına bile kast ettiler. Fakat, o İlâhî koruma altındaydı.
Ama, o zalimlerin yaptıkları, zulümden çok başlarına gelen hadiseler asıl ibret vericiydi.
Mithat isminde bir vali ve Nevzat isminde bir başka validen söz edelim.
Biri Kastamonu’da, diğeri Ankara’da makamına getirtip ilişmek istediler bir zaman.
Kastamonu valisi, kıyafetine müdahale etmek kastıyla Bediüzzaman’ı zor kullanarak makamına getirtir. Bediüzzaman ise, o zorbaya beklendiği gibi “Vali Bey” diye hitap etmez. Odasının kapısına vardığında, adeta gök sadası gibi gürler Bediüzzaman:
“Mithat! Sizin korktuğunuz ölümle bizim aramızda incecik bir perde vardır. O perdeyi de yırttık mı, daha hiçbir mani tanımayız.”
Bu haykırışın sahibi, kellesini koltukta ve kefenini de boynunda getirmiştir. Durum böyle olunca da, taraflardan biri elbette ki dâvâyı kaybedecektir.
Oturduğu yerde elleri-ayakları titremeye başlayan vali Mithat Altıok’un daha konuşacak mecali kalmaz. Ve, Bediüzzaman’ın tekrar ikametgâhına götürülmesini ancak işaretle söyler.
*
Diğer zorba vali ise, Türkiye’nin başkentinde icra-i faaliyette idi. O da Bediüzzaman’ı zorla makamına getirtip kıyafetine ilişmek, sarığına el atmak ister. Hatta, Bediüzzaman’ın üzerine yürüyerek sarığını bilek zoruyla başından almak ister. Bir eliyle sarığını alıp diye eliyle şapkayı başına geçirmek isteyen valinin iki elini havada tutan Bediüzzaman, şapkayı valinin elinden alır, ancak sarığına dokundurtmaz yine de.
Bediüzzaman, bu cebbar idareciye de “Vali Bey” demeyecek ve boynunu göstererek orada şöyle haykıracaktı:
“Bu sarık, bu başla beraber çıkar. Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Başından bul Nevzat!”
Evet, bir zamanlar Ankara’nın o meşhur valisi Nevzat Tandoğan, bu hadiseden üç sene sonra 9 Temmuz 1946’da bunalıma girer. Başından bulur ve kafasına bir kurşun sıkarak intihar eder.
Bediüzzaman ise, 80 küsur senelik ömrünü, başından kimsenin çıkaramadığı sarığıyla tamamlar.
Demek, dâvâsı uğruna hayatını hakir görüp ölümü hiçe sayan bir dâvâ adamına ilişmeye kimse cesaret edememiş. İlişmek isteyenler de, maksadına nail olamadan göçüp gitmişlerdir.
Şimdi bu parantezi kapatıyor ve yeniden Barla’nın dağlarına dönüyoruz.
*
İlhama mazhar olmuş Barla Dağları, hemen her gün Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından akın edip gelen misafirleri ağırlamanın bahtiyarlığını yaşıyor.
Gelincik Dağı, gelen misafirleri tebessümle karşılarken, o muhteşem manzaraya hâkim tepeye kök salmış benzersiz katran ağacı da adeta âlem-i İslâm mescidinde kurulmuş bir hitabet kürsüsü gibi Nur’un hakikatini âleme ders verip ilân ediyor.
Ruh âlemini önce dalgalandırıp sonra dinlendiren 4. ve 6. Mektupların telif edildiği, 6. Rica’da ise bahis mevzu edildiği bu nuranî mekânları ziyaret edenler, hem bir ulvî hüznü yaşıyor, hem de tarifsiz bir sürur duyup içleri huzurla doluyor.
İşte, bu dağların bir meyvesi olan 6. Mektup hakkında Hz. Bediüzzaman bakın ne diyor:
“Bu mektup, en katı kalbi de ağlattıracak derecede rikkatlidir. Ve en me’yus ve mükedder kalbi dahi ferahlandıracak kadar nurludur.”
Ve işte, Üstad Bediüzzaman’ın hizmet tarzında en zor, en meşakkatli ve en karanlıklı bir halden, nur-u iman, feyz-i Kur’ân ve lütf-u Rahman sayesinde huzurlu, nuranî ve saadetli bir halete geçişin açık ve zahir bir nümune-i misali.
Elhamdülillahi âlâ nuril-iman vel-İslâm.