Siyaset İslâm dininde öncelikli bir mesele olmadığı gibi, hakiki bir Müslümanın nazarında da hiçbir zaman birinci mesele haline gelmiş değil.
Konjonktürel olarak değişken olan siyasetin yeri ve önem derecesi, en fazla üçüncü sıraya kadar yükselebilmiştir. Birinci sırada daima iman var; ikinci sırada ise, imanın hayata yansıması, yani o imana göre hayatını tanzim etme meselesi gelir.
Hak ve hakikat bu merkezde olmasına rağmen, günümüz Müslümanlarına baktığımızda, siyaset, bazıları için birinci ve en öncelikli bir mesele haline geldiğini esefle görüyoruz. Bunlar, imanın tahkim edilmesiyle ilgilenmezler; aynı şekilde, imanın gereğini hayatında tatbik edilip edilmesiyle de pek alâkadar olmazlar. Varsa-yoksa siyaset meselesi, parti davası, kişinin hangi partiyi desteklediği hususu…
Özetle: Bunlarda var olduğu sanılan aşk-ı İslamiyet, yerini büyük ölçüde aşk-ı siyasete bırakmıştır. Hemen her şeye, her meseleye artık bu nokta-i nazardan bakıyor, her türlü gelişmeyi buna göre değerlendirmeye tabi tutarlar. Öyle ki, birçok meselede kendilerini kaybettiklerinin dahi farkında değiller.
*
Oysa ki, samimi bir niyetle “din adına siyaset” meydanına atılan kimselerde, İslâma zarar gelmemesi için “olmazsa olmaz” şartların başında “aşk-ı İslâmiyet” gelir. Yani, dindar siyasetçilerin hedefi, gayesi gibi, esas kaynağı ve hareket noktası da aynı aşk, aynı şevk, aynı sevdâ olmalı.
Bu temel yörüngenin dışına çıkanlarda, ne yazık ki “aşk-ı siyaset” galebe çalmaya başlar. Üstelik, zamanla ve gitgide düğüm bağlayan bir açmazın, bir çıkmazın içine fena halde düşerek boğulur giderler.
*
Siyaset aşkıyla sarhoş olanlar, zamanla hem dikkat nazarları, hem de bazı duyguları körelmeye yüz tutar. Hakka ve hakikata bağlanmak yerine, tabulaştırmış olduğu kendi liderine tapınırcasına bağlanırlar. Liderlerinin doğrularını da, yanlışlarını da yine aynı aynı aşkla ve hatta bir nevi çılgınlık hali içinde alkış tuttarlar. Hem öyle ki, işlenen hataların, zikzakların, hatta U dönüşlerin farkına bile varmazlar.
Çünkü, bunların akılları başlarında olmadığı gibi, iradeleri de elinde değil. Tam bir sürü mantığı (yani mantıksızlığı) içinde meçhûl bir âkıbete doğru sürüklenir giderler. Tâ ki, sert bir kayalığa toslayıp aklını-beynini dağıtıncaya kadar kör-kütük bir sarhoşlukla giderler.
*
Siyaset aşkıyla “şahıs meftunu” olanlar, aynı zamanda korkunç birer “damgacı” haline gelirler. Ellerinde kirli-boyalı bir mühür, önüne gelen her muhalifin alnına yapıştırıverirler: Sen şusun-busun, yahut şucu-bucusun diyerekten...
Bu tür bağnazların kasıtlı şekilde vurduğu o korkunç damgaları, sen ve senin gibi kırk bin akıllı, hani kırk yıl uğraşsa yine de çıkaramaz. O derece etkili. Çünkü, o işi de bir nevi ibadet telakki ederek yapar ve yaptırırlar.
Akıl-vicdan terazisi bozulmuş siyaset aşıkları, siyaset ve iktidar uğruna, düpedüz yalan ve yanlış şeyleri hiç çekinmeden ve hiç yüzü kızarmadan söylerler. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’a ait olan netice-i siyaseti ve iktidar menfaatini düşünerek öyle hareket ederler. Oysa, bile bile yalan “bir lâfz-ı kâfirdir”; mü’minin vasfı değildir ve hiçbir şekilde cevazı yoktur.
*
İslâmiyetten çok siyasetin câzibesine kapılan aktörler, açık ve şeffaf iş de yapamaz hale gelirler. Çünkü, hukuk ve demokrasiye hakkıyla inanmadıkları için ikili oynamaya mecbur kalırlar.
Velhâsıl, buna benzer daha başka garipliklerin, acaipliklerin, tuhaflıkların içine girdikleri halde, bunun farkında bile olmazlar. Böylesine feci bir vaziyetin içine düşenlere, başkası maalesef her türlü fenalığı yaptırabilir. Günümüzde akıl-sır erdiremediğimiz fenâlıkların çoğu işte bu nevidendir. Yani, akıl ve iradesi başkasının elinde adeta “bir âlet-i lâ yeş’ur” sûretini almış durumda. Allah encâmımızı hayreylesin.