Deniz hayat gibi dalgalı... Temel dikkatsiz... sandık kıymetliydi. Önceki yazımızdaki balıkçı Temel, bu defa ‘Gülcemal’ vapurunda bir yolcu. Babası sürekli onu uyarıyor. Çünkü sandık mücevher dolu.
“Aman dikkat et, oğlum!” Her Temel’in seferinde cevabı: “Merak etme babacığım!” şeklinde.
...
Biraz sonra Temel korku ve endişe içinde babasına sorar:
“Bir şeyin anahtarı bende ise, o kimindir baba?”
“Elbette, anahtarı sendeyse o şey senindir oğlum.”
“Yaşasın! Sandık denize düştü, ama çok şükür anahtarı bendedir!”
***
Adalet, hürriyet, insan hakları, şeffaf yönetim, temizlik, insana ve çevreye saygı gibi konularda Avrupa’daki bazı uygulamaları misal verince; bazı okuyucularımız bunu ‘Batı hayranlığı’ sanıyor.
Oysa hikmet mü’minin yitik malı değil mi? Çin’de, Hind’de veya Avrupa’da ona sahip çıkmayacak mı?
ÜMİT VE SIDK
Geçtiğimiz günlerde İsviçre, Belçika, Fransa’nın belli bölgelerini bir grup arkadaşla gezdik. Kısa süre sonra muhterem Nejat Eren hocamın kaleminden gezi notlarını okuduğunuz İskandinav ülkelerine birlikte seyahat nasip oldu..
Her gördüğümüz güzelliği takdir ederken, yanlışlara üzüldük. İslâmla şereflenmeleri için duâ ettik. Yapılan İslâmî hizmetleri müşahade edip, isimsiz kahramanları tebrik ettik. Osmanlı’dan bir Avrupa devletinin doğuşunu gördüğümüz gibi, Avrupa’dan da bir İslâm devleti doğuşunun manevi sürûrunu hissettik.
“Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan [diğer din mensuplarından] fevc fevc dahil olacaklardır” hakikatini düşündük.
Bu müjdenin niçin gerçekleşmediğini incelediğimizde “doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluk ve istikameti gösterme” şartlarında sıkıntılar olduğunu gördük.
GENELLEME YOK
Bediüzzaman Hazretleri genelleme yapmaz, imana ve insanlığa zararlı ve faydalı oluşuna göre ayrım yapar, “Avupa ikidir” der. İnsanların vasıflarını “Müslüman sıfatı” ve “kâfir sıfatı” diye ikiye ayırır.
O’na göre “Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kafirin dahi; bütün sıfat ve sanatları kafir olmak lâzım gelmez.”
Diğer bir tespiti ise: “İslâmın güzel haslet ve değerleri bizim çarşıda alıcı bulamayınca; gayrimüslimlerin çarşısına gitmesi, onların rezil ahlâk ve vasıflarının bizim çarşımızda müşteri bulması.”
İsimler değişince hakikat değişir mi? Herhangi bir siyasî parti veya Suudi Arabistan gibi bir ülke kendilerini “Müslüman” ya da “İslâmcı” olarak tanımlayınca; onların yaptıkları her uygulamayı ‘İslâmî’ saymamızın mümkün mü?
ÇARE
Maalesef hazine kıymetindeki değerlerimizi kaybettik. Fakat hâlâ Temel gibi “Anahtarı bendedir” diye kuru avuntu içindeyiz. Merhum Âkif’in “kendin batıyorsun, bâri bırak, dini de kendinle beraber batırma, onun adını kötüye çıkarma” sitemindeki ızdırâbını hissetmek lâzım.
Çare, kaybettiğimiz değerlerle yeniden buluşmak. Gece gündüz, azim ve gayretle, her zorluğu göze alarak “doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti” gösterecek güzel ahlak ve değerleri hayata geçirip fiilen yaşamak.
Temel’in temelsiz avuntusuna kapılmadan, “bodrumda kaybettiği iğneyi kapı önünde arayan” Nasreddin Hoca’nın kolaycılığına kaçmadan, hamasî nutukların sarhoşluğuna kapılmadan kaybettiğimiz değerleri kaybettiğimiz yerde ısrarla arayıp bulmamız lâzım.
Ümitsizlik, tembellik ve ihtilafa düşmeden, dünya ve ahiret saadetimiz için “Allah’ın (cc) adını yüceltmek” idealiyle, gayret sarf etmeye mecbur ve mükellefiz vesselâm.