"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Sultan Abdülhamid Devri (3)

M. Latif SALİHOĞLU
01 Şubat 2012, Çarşamba
Yazılı ve şifahî rivâyetler

Sultan Abdülhamid'in Selanik'ten İstanbul'a doğru gelen Hareket Ordusuna niçin mukabele etmediğine dair, hem yazılı, hem de şifahî rivâyetler var.
Yazılı olanı bellidir ve çoğu kimse tarafından az–çok biliniyordur. Özeti şudur: Kardeş kanı dökülmesin, Osmanlı askeri karşı karşıya gelmesin, bir iç çatışma yaşanmasın diye, Sultan Abdülhamid, kendi emri altındaki kuvvetleri harekete geçirmemiş, onlara karşı koymaları için herhangi bir emir vermemiş.
Ne var ki, bu gerekçe inandırıcılıktan ve tatmin etmekten hayli uzaktır. Hiç bir idareci, elinde karşı koyma kuvveti bulunduğu halde, kendi iktidarını hedef alan bir harekete karşı sessiz ve tepkisiz kalmamış ve kalmaz da...
Demek ki, işin içinde bir başka mesele var. Başka mesele ise, daha evvel ifade ettiğimiz, Sultan Abdülhamid'in kendi mânevî mürşidine danışması ve onun tavsiyesi doğrultusunda hareket etmesidir.
Şazelî mürşidi, kendisine "Hareket Ordusuna kuvvetle karşı koyma, onunla harbetme; zira, o ordunun içinde Deccal var" demiştir.
Burada şunu ifade edelim ki: Bu mânâdaki rivâyet, kesinlik kazanmış herhangi bir bilgiye, belgeye dayanıyor değil.
Eldeki yazılı bilgi ve belgeler, hadisenin izahına tam kâfi gelmediği için, şifahî tarikle intikal eden bir mâlumatı, burada bir "kanaat–i kalbiye" neticesi olarak sizlerle paylaşmış olduk. Dayatma, diretme, ısrar yok; kabul edip etmemek tamamıyla serbest.
Öte yandan, âhirzamanın dehşetli şahısları ile kuvvet ve siyaset yoluyla mukabele edilmemesini tavsiye eden sahih hadislerin, kudsî rivâyetleri varlığı kat'idir.
Nitekim, 1923 baharında Ankara'dan ayrılmaya karar veren Üstad Bediüzzaman, bu ayrılmanın sebebini soran yeğeni Abdurrahman'a şu cevabı veriyor: "Bak evlâdım! Kudsî rivâyetlerde, 'O dehşetli şahsın zamanına yetiştiğinizde, ona karşı kuvvetle ve siyasetle mukabele etmeyin’ diye tavsiye ediliyor. Çünkü, o bu cihette kuvvetli olup galebe çalıyor."

Ne Haydo, ne de Haydar Ağa

Bediüzzaman Said Nursî, hayatı boyunca ifrat ve tefritten kaçınarak "vasat yolu" tercih ettiği gibi, Sultan Abdülhamid devrinde de aynı istikametli çizgiyi takip etmiştir.
Etrafında, özellikle siyâseten aşırı uçlara gidenleri görünce, böylelerine karşı mesafe koyma cihetine gitmiş ve kendi mesleğini "siyasetteki muktesit meslek" tâbiriyle formülize etmiştir.
Bu formülü biraz daha açmak gerekirse...
Muktesit, iktisat mânâsıyla bağlantılı bir tâbirdir. İktisatlı olmak, israf ve cimrilikten kaçınmak; dolayısıyla, ifrat ve tefrite düşmeden "hadd–i vasat" denilen "orta yol"u bulmak, bu yolu benimsemek ve bu vasat çizgiden ayrılmamak demektir.
Bu tâbirin siyasetteki mânâsı ise, yine ümmetin ekseriyetini temsil eden "vasat yol"dan gitmek, aşırılıklara sapmayan, yani radikalizme düşmeyen, dengeli ve müsbet bir idare tarzını benimsemek ve siyasî mesleğini bu müstakim hat üzere sürdürmeye çalışmak demektir. Ki, Said Nursî de ömrünün sonuna kadar, hiç inhiraf etmeyerek daima bu meslekten gitmiştir.
Üstad Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinde siyasette vasatı terk ederek ifrat ve tefrite düşenlere de şahit olduğunu ve kendisinin bu tür kimselerle müşterek hareket etmediğini şu sözleriyle ifade ediyor:
"...Maatteessüf, sû–i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl–i ifrat ve ehl–i tefrite rast geldim.
"Ehli ifratın bir kısmı, Arap'tan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etrâkı (Türkleri) tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl–i kànunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (1876) olan Kànun–i Esâsîyi ve Hürriyetin ilânını (1908) tekfire delil gösterirdi. Acaba, sâbık istibdadı hürriyet zanneden ve Kànun–i Esâsîye (Anayasaya) itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl–i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır.
"İkinci kısım olan ehl–i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl–i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır.... Lillahilhamd, tâ o vakitte anladım; bizim ekser Ahrarımız (Hürriyeti, Meşrûtiyeti isteyenler) mutekid (itikadlı) Müslümanlardır.
"Elhasıl: Hükümete hücûm edenler, bazıları 'Haydo, Haydo' derlerdi, bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi. Ben 'Haydar' derdim; şimdide 'Haydar' diyorum, vesselâm..." (Age, s. 125)

Hürriyetin bedeli: Namık Kemâl'den Said Nursî'ye

Namık Kemâl (1840–88), yıllarca hürriyet, meşrûtiyet ve kànunda hâkimiyet yolunda mücadele etti. Bu dâvânın bayraktarlığını yapmak uğrunda, ömrünün çoğunu sürgünde, hapiste ve zindanlarda geçirdi, Neticede, maksadında bir derece muvaffak oldu. 1876'da I. Meşrûtiyet ilân edilerek Kànun–u Esâsî kabul gördü.
Bu tarihten 30 sene sonra meydana çıkan Said Nursî de, Kur'ân ve Sünnet prensipleri dahilinde, ilim ve mârifet yoluyla istibdada karşı çıkarak hürriyeti dâvâ etti; Mutlakiyete muhalefet ederek Meşrûtiyeti savundu.
Bu yaptıklarından dolayı da, tıpkı Namık Kemâl gibi—hatta daha da beteri şekilde—başına gelmedik belâ, musîbet, sıkıntı kalmadı: Tımarhane, hapishane, zindan, idam talebiyle muhakeme...., Cumhuriyetten sonra ise, 35 yıl süren sürgün, hapis ve zindan hayatı.
Buna rağmen, Said Nursî, hürriyet ve demokrasi (meşrûtiyet) yolundan asla caymadı; hatta bu vâdide büyük muvaffakiyetler kazandı. O, bilfiil siyasete girmeyerek, nice eserleriyle bu dâvânın bir nevî sancaktarlığını yapmış oldu.

Jön Türkler'de zıtlaşma süreci

Namık Kemâl'in 1888'de vefat etmesiyle birlikte, bir ismi de "Osmanlı Hürriyetperverleri" olan Jön Türkler arasındaki ihtilâf su yüzüne çıkmaya başladı.
Nitekim, bundan bir yıl sonra (1889) Askerî Tıbbiyeliler arasında gizli bir grup hareketinin teşekkül etmeye başladığı tesbit edildi. Süreç içinde değişik isimler kullanan bu grup, nihayet 1902'de İttihat ve Terakki Cemiyeti şeklini aldı.
Gariptir ki, bu ismin ortaya çıkmasıyla birlikte, eski isimlerin hemen tamamına adeta sünger çekildi. Artık varsa–yoksa İttihat ve Terakki...
Başlangıçta Mizancı Murad, Prens Sabahaddin gibi liberal ve hürriyetçi görüş sahiplerinin etkili olduğu bu cemiyet, özellikle Selanik kökenli dönmelerin merkezî yönetime sızmaya başlamasıyla birlikte bozulmaya yüz tuttu.
Bu cemiyette ayrışma ve bölünme, 1902'de Paris'te yapılan I. Jön Türk Kongresinden sonra iyice belirginleşti. Jön Türkler, İttihat–Terakki ile Ahrarlar olarak resmen ikiye ayrıldı.
Ahrar grubun liderliğini Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad Beyler, İttihatçıların liderliğini ise milliyetçi geçinen Rıza Bey yapmaya koyuldu.
Böylelikle, 1908 Türkiye'sinde suyüzüne çıkacak ve yıllar yılı rekabetkârâne devam edecek olan iki eksenli siyasî yapı, devlet ve millet hayatında kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı.
Bunlardan birincisi olan Ahrar'ın en büyük dayanağı, iktidara gelmek için milletin hür iradesine dayanmak iken, İttihatçıların en büyük kozu ise, komitacılık mantığıyla devletin içine sızmak ve iktidar uğruna icabında güç kullanmaktan çekinmemek.
İşte, son yüz küsûr yıllık "Demokrasi ve darbeler tarihi"miz, bu iki temel anlayış ve iki eksen etrafında şekillenerek devam edegeldi.
Bir üçüncü eksen olarak varlığını hissettiren ve günümüz tâbiriyle "siyasal İslâm" anlayışı adına sergilenen hareketler ise, genelde hep darbelere, müdahalelere, kıyımlara bir gerekçe, bir malzeme mahiyetinde görülüp öyle de kullanılmaya çalışıldı.

Okunma Sayısı: 1439
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı