Ekranın anlattığı hayat, su gibi akıp giden her şeyi doya doya yaşanması gereken bir hayattan ibaret.
Sinema ve televizyon, insana dünyayı bir anıymış gelip geçiciymiş gibi sunmaktadır. Dünün yükü hafifletilirken, yarın unutturuluyor. Geriye yalnızca bugün kalıyor. Bu ‘bugün’, tamamen dünyevî zevklerle dolduruluyor.
Bu senaryoda hayat, geçici olduğu için kıymetli değil de aksine geçici olduğu için haz almaya bakılmalı diyor. Ölüm var, ama ya görmezden geliniyor ya da duygusal bir obje olarak kullanılıyor. Ölümden sonrası ise hiçbir zaman ekranlara işlenmez. Ahiret fikri, hikâyenin dışına itilir. Böylece insan, yaptıklarının kalıcı bir karşılığı olmadığını hissetmeye başlar ve sorumluluk, yerini rahatlığa bırakır.
Ekranda sıkça karşılaştığımız karakterler, bu dünya anlayışının temsilcileri gibiler. Hatalar yapılıyor, sınırlar aşılıyor, ama çoğu zaman ciddi bir bedel ödenmiyor. Her şey bir tecrübe olarak kabul ediliyor. Yanlışlar bile, insanı olgunlaştıran adımlar gibi gösteriliyor. Günah kavramı silinip yerine kendini keşfetme fikri yerleştiriliyor. Böylece ahlâki sınırlar, insanın ruhunu koruyan sınırlar olmaktan çıkıyor.
Bu fikir, maneviyatı hayatın merkezinden uzaklaştırmaktadır. Dua, sabır, tevekkül, kanaat gibi kavramlar güçlü bir hayat rehberi olmaktan ziyade, şahsî tercihler ya da geçmişe ait gelenekler gibi gösterilir. Bu sebeple insan, içindeki sıkıntıyı ibadetle değil, meşguliyetle bastırıyor. Ruhumuzun ihtiyacı olan maneviyat, ekranın sunduğu geçici heveslerle tatmin edilmeye çalışılır. Oysa maneviyat, insanı hayata bağlayan değil hayata anlam kazandıran bir unsurdur. Bizlere hayatın yalnızca bu dünyadan ibaret olmadığını hatırlatır. İnsana sınır koyar, ama o sınırla birlikte bir istikamet de sunar. Ekranın anlattığı dünyada ise istikamet yoktur. Yön vardır, ama hedef belirsizdir, hareket vardır, ama anlam yoktur.
Üç günlük dünya anlayışı, insanı “özgürleştirdiğini” iddia ederek; “Hayatın tadını çıkar, şunu yaşa, bunu yap...” gibi bir nefisperestlik sergiler. Aslında bu durum çoğu zaman insanı daha savunmasız hâle getirir. Çünkü sınırların olmadığı bir dünyada, insan kendi nefsine karşı yalnızdır. Maneviyat zayıfladıkça, insan kendisini yalnızca hislerine ve arzularına emanet eder. Bu da huzur değil, sürekli bir tatminsizlik üretmektedir. Bu tatminsizlik, ekran tarafından da besleniyor. Daha fazla gör, daha fazlasını iste, daha fazlasını dene… Hayat, tamamlanması gereken bir yolculuk değil de tüketilmesi gereken bir ömür hâline getiriliyor.
İnsan, izledikçe eksildiğini fark edememektedir. Ruhumuzu hissetmek, ekran karşısında dinlenmekle olmaz.
Toplumsal olarak da benzer bir dönüşüm yaşanır. Aynı senaryoya maruz kalan insanlar, hayatı benzer şekilde okumaya başlıyor. Sabır ‘katlanmak’, kanaat ‘yetinmek’, fedakârlık ise ‘kendinden vazgeçmek’ olarak algılanıyor. Oysa bu kavramlar, manevî hayatın en önemli unsurlarıdır. Bu unsurlar zayıfladıklarında toplum da sarsılıyor. Ekranın sunduğu üç günlük dünya, insanı bugüne kilitlerken, onu kendisinden uzaklaştırıyor. Çünkü insan yalnızca yaşayan değil; düşünen, sorumluluk alan ve hesap vereceğini bilen bir mahluktur. Bu şuurun kaybolduğu yerde, hürriyet artmıyor aksine sadece yönsüzlük artıyor.
Mesele, dünyanın geçici olduğunu inkâr etmek değil. Asıl mesele, bu geçiciliği ölçüsüzlüğe gerekçe hâline getirmektir. Maneviyat, geçiciliği anlamsızlığa değil, hikmete bağlar.
Ekranın anlattığı dünya ise hikmeti susturuyor; sessizliği hazla, boşluğu görüntüyle, mana arayışını geçici tatminlerle doldurmaya çalışıyor.