İnsan ruhu, sırlarla dolu derin bir âlemdir. Kalp, ruh, sır ve hafî gibi latifeler, bu âlemin iç içe geçmiş mertebeleridir. Bu mertebelerin en gizlisi ve en mahremi ise “ahfâ” latifesidir.
Risale-i Nur’da, bu latife insanın Rabbine açılan en özel ve en derin pencere olarak zikredilir. Bu derinlik öyle latiftir ki, onu bütünüyle ancak Allah bilir; bazen insan kendi içinde bu inceliği fark bile edemez.
Cenab-ı Hakk’ın kâinattaki çok yönlü tecellilerine Üstad Hazretleri şöyle işaret eder:
“Her menzilden, her tabakadan, her âlemden, her taifeden, her fertten, herşeyden kendini gösterecek, yani vücudunu ve vahdetini bildirecek pencereler açmış.”¹
Ahfâ, Arapça’da “en gizli, en saklı” demektir. Günahlar ve gafletler oraya nüfuz edemez; daima saf, temiz ve Rabbine yönelmiş bir mahiyettedir. İnsan farkında olmasa da, bu latifeden Rabbine doğru kelimesiz bir niyaz yükselir; kalbin en derinlerinden kopan sessiz, mahrem bir feryat şeklinde…
Üstad Hazretleri, letâifin bu incelikli yapısını kendi tecrübeleriyle şöyle anlatır:
“Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir hâleti çok defa tetkik ettim, gördüm ki, o hâlet hakikattir. O hâlet şudur ki: Sûre-i İhlâsı Arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki, bendeki manevî duyguların bir kısmı, birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur… Ve hâkezâ, git gide, o tekrarda yalnız bir kısım letâif kalır ki, pek geç usanıyor; devam eder, daha manaya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor…”²
Ahfâ kendiliğinden uyanmaz; kalbin ihlâsı, ruhun safiyeti ve tefekkürün derinliğiyle parlar. “Tefekkür-ü kalbî,”³ aklın değil, kalbin derin bir tefekkür hâline girmesi demektir. Kalp uyanınca letâif uyanır; letâif uyanınca ahfâ parlar. Ahfâ parladıkça marifet inkişaf eder; halis tevbe, ıhlâslı dualar ve şuurla yapılan ibadetler, bu latifeyi harekete geçirir.
Ahfâ, kelimesiz bir yöneliş değil, Allah ile kulun en saf buluştuğu mekândır. Orada riyakârlık, gösteriş veya söz yoktur; sadece sessiz, derin bir feryat vardır; ve Allah, onu işitir. Üstad Hazretleri, İmam-ı Rabbanî’den naklen buyurur:
“Kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurundan o unsura münasip bir latîfe-i insaniye tâbir eder.”⁴ Bu latîfe-i insaniyede “Üçüncü latîfe olan ‘sır’, şuurda gizli olan mana; dördüncü latîfe ‘hafî’, sırların sırrı; beşinci latîfe ‘ahfâ’, gizlinin de gizlisi olup idrak edilmesi en güç olan sır anlamında kullanılmıştır”⁵.
Ahfâ, insan ruhunda tevhid hakikatinin en saf şekilde idrak edildiği mertebedir. Üstad, ruhun bu geniş sahalarını şöyle ifade eder:
“Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak; kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mazi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuttur.”⁶
Netice olarak ahfâ latifesi, kulun Allah’a yöneldiği en mahrem aynadır. Bu latifede insan, Rabbini keşfeder; kendi nefsini değil. Sessiz ve kelimesiz, fakat en derin dualar buradan yükselir.
Risale-i Nur, bu sırları idrak etmede bir rehberdir ve ahfâ latifesini fark eden kul, hakikî manevî uyanışı; fıtratındaki en saf ve en gizli pencerenin ahfâda açıldığını hisseder.
Dipnotlar:
1- Sözler, 654.
2- Mektubat, 341.
3- Lem’alar, 12.
4- Barla Lâhikası, 347.
5- İsa Çelik, Tasavvuf Terminolojisinde Letâif-i Ruhaniye, Marife, Konya, 2009, IX/2, s. 87-101
6- Sözler, 474.