Bu, bilimin zayıflığını değil, aksine kendini yenileyebilme gücünü gösterir.
Ancak bu değişken fıtratı sebebiyle, bilimi mutlak hakikatin tek kaynağı gibi görmek ve onu dinin yerine koymak ciddi bir yanılgıdır. Din sabit ilkelere, yaratıcıya dayanırken; bilim sınırlı insan aklının ve gözlemin ürünüdür —bu yüzden bilim, din gibi mutlak bir otorite olarak algılanmamalıdır.
Bilim, gözlemlenebilir kâinatı, çeşitli ölçüm araçları ve birimleriyle anlamaya çalışan sistematik bir çabadır. Ancak kullandığı cihaz, yöntem ve birimler sınırlı olduğu için, sadece ölçebildiği kadarına dair veriler sunabilir.
Meselâ bir damla kanımızda belirli miktarda demir bulunur; ancak bunu sıradan bir teraziyle ölçemeyiz, çünkü bu araç bu tür ölçümler için uygun değildir.
Aynı şekilde, sınırsız bir evrende yalnızca sınırlı bir alanda ve belirli şartlar altında yapılan çalışmaların, tüm gerçekliğe ölçü olamayacağı da unutulmamalıdır. Bu durum, ölçülemeyen ya da gözlem alanının dışında kalan birçok gerçeğin varlığını inkâr etmemizi gerektirmez.
Bilimin tespit edemediği alanların olması, onun yetersizliğinden değil, metodolojik sınırları gereği kâinatı bütüncül olarak kuşatamamasındandır. Bu yüzden bilimi, her konuda mutlak doğrulara ulaşabilen bir otorite gibi görmek yanıltıcıdır; çünkü gerçekliğin tamamı sadece ölçülebilenlerden ibaret değildir. Nitekim bilim, yerçekimini ölçebilse de “neden” var olduğunu kesin olarak açıkla- yamaz; bilinç, sevgi, ahlâkî değerler gibi kavramların varlığını kabul eder, ama bunları tam anlamıyla ölçemez ya da nicel karşılıklarını belirleyemez.
Müslüman bir bilim insanı için bilim, Allah’ın yarattığı kâinatı anlama çabasıdır. Kur’ân, Allah’ın kelâm sıfatından gelen yazılı bir kitapsa; kâinat da kudret sıfatından gelen, yaratılmış ve işleyen bir kitaptır. Bu bakış açısına göre, “doğa”da var olan düzen, Allah’ın koyduğu kanunlarla işler ve ilmî faaliyet bu İlâhî düzeni keşfetmeye yönelik bir çabadır. Dolayısıyla Müslüman için bilim ile İslâm arasında bir çelişki değil, derin bir uyum vardır. Nitekim İslâm dünyasında farklı ülkelerde yapılan birçok sosyal araştırma da Müslümanların büyük çoğunluğunun “Bilim ile İslâm arasında bir tezat bulunmadığı” yönünde kanaat bildirdiğini göstermektedir. Bu da gösteriyor ki, Müslüman için bilim; inançla çatışan değil, inancın evrendeki izlerini takip eden bir yolculuktur.
Peki, bilimsel bir bulgu ile dinî bir ifade çelişir gibi görünürse, Müslüman ne yapmalıdır? Bu durumda İslâm düşünce geleneğinde ortaya konan yöntem oldukça dengelidir. İmam Gazalî, akıl ile nakil çeliştiğinde ya naklin doğru anlaşılmadığını ya da aklî delilin kesin olmadığını söyler. Ona göre hakikî akıl ile sahih nakil asla çelişmez; çelişiyor görünüyorsa ya akıl yürütmede bir hata vardır ya da nassın yorumu gözden geçirilmelidir. Fahreddin Râzî de benzer şekilde, “Kur’ân ayetlerinin zahirî anlamı ile kesin ilmî veriler arasında bir çelişki varsa, ayetin mecazî veya derin bir yorumu aranmalıdır” der. Bediüzzaman Said Nursî ise, akıl ve nakil arasında bir zıtlık var gibi göründüğünde, nassın yeniden yorumlanması gerekebileceğini kabul eder; ancak bu yorumlamanın, ehil ve ilim sahibi kişiler tarafından, belirli usul çerçevesinde yapılması gerektiğini özellikle vurgular. Yani, yoruma başvurulacaksa keyfîlikten uzak, ilmî yeterliliğe sahip kişiler eliyle ve metodolojik bir dikkatle yapılmalıdır. Bu yakla- şımlar göstermektedir ki, İslâm düşüncesinde, ilmî gelişmeler karşısında panik değil, tevakkuf (hüküm vermeden beklemek) ve tefekkür (derinlemesine düşünmek) esastır. Müslüman, zahirdeki çelişkiye takılıp kalmak yerine hem ilmî verilerin kesinliğini, hem de dinî metinlerin yorum derinliğini sorgulamalıdır. Böylece çelişki değil, daha derin bir uyum ortaya çıkacaktır.
Sonuç olarak, din ve bilim, insanın hem maddî, hem de manevî yönünü aydınlatan iki temel bilgi alanıdır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “Aklın nuru fünun-u medeniye, vicdanın ziyası ulum-u diniyedir; ikisinin imtizacıyla hakikat ortaya çıkar.”
Bu yaklaşım, bilimin tabiata dair açıklamalar sunduğunu, dinin ise insanın varoluşuna dair anlam arayışına yön verdiğini ortaya koyar. Ancak bilimin gözlem ve deneyle sınırlı yapısı, onu mutlak hakikatin kaynağı konumuna yerleştirmekten alıkoyar. Bu yüzden bilim, dinin yerine geçmemeli; onunla çatışmak yerine, kendi sınırları içinde tamamlayıcı bir rol üstlenmelidir. Gerçek hakikate ulaşmak, akıl ile vahyin, bilim ile dinin dengeli birlikteliğiyle mümkündür.
(Genç Yorum dergisi, EYLÜL 2025)