Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.
Yâran istersen Kur’ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.
Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisad eder; iktisad eden bereket bulur.
Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider.
Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddî çalışır.
Yedinci meselenize bir sekizinciyi ben ilâve ediyorum. Şöyle ki:
Bir iki gün evvel bir hafız, Sure-i Yusuf’tan bir aşir, tâ "[Benim canımı Müslüman olarak al ve beni salihlere kat. (Yusuf Suresi: 101)]" [ayetine] kadar okudu. Birden anî bir surette bir nükte kalbe geldi.
Kur’ân’a ve imana ait her şey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun, kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden, küçük değildir. Öyle ise, “Şu küçük bir nüktedir, şu izaha ve ehemmiyete değmez” denilmez. Elbette şu çeşit mesâilde en birinci talebe ve muhatap olan ve nüket-i Kur’âniyeyi takdir eden İbrahim Hulûsî, o nükteyi işitmek ister. Öyle ise dinle:
En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. Ahsenü’l-kasas olan kıssa-i Yusuf Aleyhisselâmın hatimesini haber veren "[Benim canımı Müslüman olarak al ve beni salihlere kat. (Yusuf Suresi: 101)]" ayetinin ulvî ve latif ve müjdeli ve i’cazkârâne bir nüktesi şudur ki:
Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayâlî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemâl-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firakını haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir. Halbuki şu ayet, kıssa-i Yusuf’un en parlak kısmı ki Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki:
Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu.
Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbin bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi; tâ öteki saadete mazhar olsun.
İşte Kur’ân-ı Hakîm’in şu belâgatine bak ki kıssa-i Yusuf’un hatimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor.
Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır.
Hem Hazret-i Yusuf’un âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu hâleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine ahireti istiyor.
Mektubat, 23. Mektub, 7. Sual, s. 330-332