Güneş, dağların ardından yeni yeni gösteriyordu kendini. Sabah serinliği geçmemişti henüz.
Ana caddeden sokağa girdiğinde, derin bir sessizlik hissediliyordu. Anlaşılan kimse uyanmamış dedi içinden. Şeref Amca bahçesini, çiçeklerini sulamaya çıkmamış. Dilek, keçi çiftliğine gitmemiş. Evde olsa o da uyuyor olurdu muhtemelen. Neyse ki biraz sonra kavuşacaktı evine. Bir yanda memleketini özleyip geri geri giden ayakları, diğer yanda uzak kaldığı evine bir an önce kavuşma duygusu. Hayat hep böyle iki duygu arasında sürüp gidecekti belki de.
Sabahın bu erken saatlerinde, bavulunun tekerleği taşlara sürtünüyor ve çok gıcık bir ses çıkarıyordu. İnsanlar rahatsız oluyordur düşüncesi de gelince, bavul daha da ağırlaşıyordu elinde. Eve yaklaştığında karşı evin siyah kedisi atladı önüne. Miyavladı, sürtündü sonra çöpün oraya doğru gitti. Nihayet eve gelmiş ve bu ağırlığın sona erdiğini düşünmüştü. Şimdi sırada ikinci parkur vardı: bu bavulu üçüncü kata çıkarmak. Merdivenin başında soluklandı. Sonra bir, iki, üç derken yavaş yavaş çıkardı basamaklardan. Eve girdiğinde yılların yorgunuymuş gibi hissetti kendisini. İlk bulduğu koltuğa yığılırken gözleri kapanıyordu.
Bavul yerleştirmek en fazla üşendiği faaliyetlerdendi. Ama memleket kokusu mahsüller varsa getirdiklerinin içinde, o zaman işler değişirdi. Domates, bamya, biber, patlıcan, kabak kurusu, bahçeden toplanan salatalıklar, biraz pırasa, taze soğan, üç beş domates ve yanına iliştiriverilmiş fesleğen dalının mis gibi kokusu, bavulu açar açmaz mutfağa dolmuştu. Sanki sebzeyi meyveyi değil de gözleri hep tebessümle bakan halasını, aynı samimiyet ve özlemle kucaklayan yengelerini, her şeye koşturan annesini ve gözleriyle uğurlayan sevdiklerini getirmiş gibi hissetti, duygulandı. Şimdiden özlemişti hepsini. Güzel bir yazın ardında bıraktığı, eline düşen mutluluktu bunlar.
Akşama bunlardan güzel bir yemek yapmalı, dedi içinden. Bamya yemeği mi yapsam? Yok ya, onun için önceden et çıkarmalıydım, o olmaz. Ne yapsam? En iyisi patates haşlayayım ve yumurta. Getirdiğim yeşillikleri yanına koyarım. Islanmış yufkalardan da çıkarırım. Yanına bir de çay demlerim. Mis. Hiç yemek yapmaya gerek yok diye düşündü. Eşi de severdi muhakkak.
Şimdi yenmezse yeşillikler kısa sürede çürür, ziyan olurdu çünkü.
Günün ışıkları dağların ardına doğru çekilirken, akşamın serinliği de çökmeye başlamıştı bir yandan. Havalar soğumaya başlamış dedi, gelmiş sonbahar.
Eşi akşam işten döndüğünde kapıda karşıladı. “Hoşgeldin” dedi. “Hoşbulduk, asıl sen hoşgeldin.”
“Hoşbulduk” dedi gülümseyerek. Herkesin tek tek selamını saydı. Sofraya oturdular. Eşi sofrayı görünce “Memleketten döndüğün belli olmuş” dedi. Ne güzel görünüyor sofra. Gülümsediler.
Bir memleketten dönüş safhası daha gerilerde kalmıştı. Kim bilir daha kaç mevsim geçecek, kaç güneş batacak ve yeniden düşülecekti yollara. Bir sıla kaç gurbet eder bilinmezdi ama bir gurbet kocaman bir hasret ediyordu.
(Bizim Aile dergisi, Ekim 2025)