İnsan, kapanan göz kapağını kaldıramayacak kadar acizdir.
Bir yudum su, bir soluk nefes gibi her şeye ihtiyaç duyacak kadar fakir. Ve, varlığı bile olmayan bir hissin kendisini yıkacak kadar zayıftır.
İhtiyaç duânın madenidir. Muhtaç oluşu; kulluğu, gözü yaşlı, boynu bükük, eli açık olmayı netice vermiş insanın.
Muhtaç olmamış, dara düşmemiş, aç susuz kalmamış, maddî ve manevî sıkıntılarla boğuşmamış, belâ görmemiş, çile çekmemiş, uykuları kaçmamış, hastane köşelerinde sahipsiz beklememiş, hapishaneye atılmamış bir insan bu hallerin duygusunu ne kadar bilebilir ve onun için çare arar?
İşler bir bir ilerlemiş, arzu ettiklerine kavuşmuş, çalışmış, başarmış; diğer taraftan sevilip sayılmış, baş tacı edilmiş, ihtiyaçları giderilmiş, her zaman yanında birileri bulunmuş, açıkta kalmamış, kapılar yüzüne kapanmamış birisi ne kadar içten ve içli duâ edebilir?
İnsanı Rabbine götüren her şey İlâhî bir ihsandır. O’ndan uzaklaştıran her şey ise, insan için belâdır. Duâ; bir hayat tarzıdır. Küfür ve dalâlet dışında her hal üzere şükretmek, duâ etmek, kulluğun gereğidir.
Her hal üzere O’nu yanında hissetmek; nefes gibi hayatî bir ihtiyaç olarak O’na yalvarmak ne kadar da yakışıyor kula. Duâ etmeyi normal şartlarda yaşamayan insan anormal şartlarda yaşamak zorunda kalıyor.
Her musîbet duâya bir dâvetçidir. Deprem, güçlü bir İlâhî ikazdır. Musîbet İlâhî bir ihsan olarak kulu, kulluğa çağırıyor. Duâ hali kulu Rabbiyle buluşturuyor, huzur-u daimiyi öğretiyor.
Zayıflığını, güçsüzlüğünü, fakirliğini hissetmeyen insan bazen bunu ağır musîbetlerle, anormal şekilde öğreniyor. Belâlar, musîbetler birer İlâhî elçi olarak, insanı kulluğa dâvet ediyor. Onun için ‘“Belâ Veren’i buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil!’ denilmiş.
İnsan belâ vereni bulduysa, o belâ, belâ olmaktan çıkıyor. İnsan belâdan değil, belâ Veren’i tanımamaktan korkmalı o vakit.