Hepimizin bildiği gibi elli milyondan fazla insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı’nın merkez üssü Berlin idi… Bir taraftan “dünya dinsizliğini temsil eden“ Sovyetler, diğer yandan Sovyetler üzerinden dünya hâkimiyeti peşinde koşan İngiltere… Arkalarına aldıkları Fransa, Amerika, Çin ve diğer irili-ufaklı güçler ile Berlin’e hücum etmişlerdi. Bu dehşetli zulümlerle yer yüzünün kan ile yıkandığı zamanlarda, Türkiye hükümeti Said Nursî’yi Kastamonu’da Polis karakolu karşısındaki açık perdeli odada ikameye mecbur bırakmıştı. Kemalizmin, İngiliz propagandasının ve Halk Partisi’nin Said Nursî’ye zorla radyolarını dinlettirmeye çalıştığı günlerdir.
Aslında Berlin; hem iyi ve hem de kötü şöhretini II. Dünya Savaşı’ndan alır. Naziler’in savaş öncesindeki icraatları, savaşta en çok tahrip olan şehirlerden olması ve daha önemlisi savaştan sonra şehrin Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmüş olmasıydı, kaderi… Yer yüzü tarihinde, Berlin’den başkaca bölünen şehirler de vardır. Fakat, bir gece ortasında duvarlarla parçalanan ve sabahleyin iş yerine giden aile fertlerinin akşama çocuklarına dönemediği bu kadar bahtsız bir başka şehir yoktur, dünya coğrafyasında… Bölünmüş ve parçalanmış bu şehrin hikâyesini en acıklı olaylarıyla yüzlerce defa yazanların eserleri, hem kitapçılarda ve hem de sinema arşivlerinde mevcuttur. 1984 yılında Almanya’da “din görevlisi“ olduğum günlerde, insanların içini acıtan dehşetli manzaraların sergilendiği ve Berlin’in “Utanç Duvarı”nın utancını yaşamaya devam ettiği zamanlarda, bir gurup Türk işçisiyle birlikte ziyaret etmiştik… Müzelerde, sergilerde ve sokaklarda, göz yaşlarıyla yazılmış ve çizilmiş hadiselerin resim ve hikâyelerini hissederek biz de ağlamıştık. O zamanların Berlin’ini ziyaret edenler bilirler. ‘Hür Berlin’i çepeçevre kuşatan, ismi demokratik ve kendisi müstebit Doğu Almanya hükümeti, Berlin’in yarısından fazlasını ‘Utanç Duvarı’nın arkasına gizlemişti. Hür Berlin’dekiler de duvara yakın noktalara kuleler inşaa ederek ağlayan Berlin’i uzaktan uzağa seyrediyorlardı. Komünizme karşı Hür Dünya’yı temsilen ayağa kalkan o günün Amerikası’nın demokrat başkanı John Kennedy’nin komünist Blok’a karşı çıkıp “Ben Bir Berlinliyim!...“ diye haykırdığı kuleden hürriyetin güzelliğini seyretmiştik.
Bu ziyaret ve seyahatimizi, Yeni Asya Gazetesi “Batı’dan Doğu’ya“ serlevhası altında neşretmişti.
Berlin, insanların hürriyet için sipere girdikleri bir cepheyi de andırıyordu, o zamanlar. Sonra ne oldu… Sovyetler dağılıp duvarın her bir parçası, Hür Avrupa’nın bir meydanına “ibretlik!“ diye konulunca kuşatma kalktı mı? Hayır… Doğu Almanya’nın eski komünistleri demokrasi nimetinden yararlanarak yine işgallerini devam ettirdiler… İşte Merkel, işte Gauk ve işte ahlâksızlığı siyaset yoluyla tervic eden diğer Berlin’i –güya – temsil eden siyasetçiler… Berlin’e, büyük masraflarla dünyanın milyonlarca ahlâksızını dâvet eden neoliberaller… Ve Budapeşte’den kovulurken göçünü Berlin’e atan meşhur spekülatörler… Dedim ya; global dinsiz emperyalizmin muhasarası devam ediyor…
Dün Almanya’nın fabrikalarını söküp ülkeyi çekirge sürüsü gibi kevgire döndürenler, sonra ülkenin dev sanayiini çökertmeye teşebbüs ettiler: Bayer, Volkswagen ve daha bir çok büyük kuruluşlar…
Berlin’e atfettiğimiz önemli bazı okuyucularımız garipseyebilir. Bizim Berlin’e yüklediğimiz mana, mekândan çok öte değil mi? Bu şehrin mahiyetiyle birlikte, Bediüzzaman’ın bir çok eserinde vurguladığı “Şimal Cereyanı’nın, Büyük ikinci dinsizlik cereyanının, ahir zamanın dehşetli tahripkâr cereyanlarının ve dolaylı da olsa Kemalizmin“ mahiyetlerinin açığa çıkmasına yardımcı olacağını düşünerek ehemmiyet veriyoruz. Bediüzzaman’ın Denizli Zindanı’ndan talebeleriyle birlikte tahliyelerinin gecikmesi üzerine yazdıkları mektubu, her Nur Talebesi okumuştur. Beşinci Şuâ’nın dışardaki bir talebesi üzerinde yakalanmasını sebep gösteren mahkeme tahliyeyi ertelemiştir: …..bu mes’elemizin tehiri hayırdır. (Tahliyenin tehiri, geciktirilmesi)... Çünkü bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur.“ (Şuâlar, s. 298-299) Bu Berlin yazısının Bediüzzaman ile alâkasını merak edenler; “ahir zaman dikdörtgenine“ bir kez daha baksınlar. İç içe aynaların takdim ettiği levhalar gibi, zaman nehrinde şekillenmiş ve şekillenmekte olan manzaraların ne kadar bir birileriyle münasebetdar olduklarını, basiretleri nispetinde göreceklerdir. Bize göre; insanlığın barışı, demokrasinin yükselişi ve Âlem-i İslâm’ın şu sıkıntı ve kargaşalardan kurtuluşu istikametinde, elimizden geldiği kadar hem Kemalizmin ve hem de Şimal cereyanlarının mahiyetlerini musîbetzede insanlığa anlatmak, şuurunda olan herkese vecibe olmuştur.