Bu başlığımızdan dolayı “suç işlediğimizi” iddia edenler de çıkabilirler.
Devrim kanunlarıyla yasaklanmış dinî müesseseleri ve geleneği müdafaa etmek… Gerçi Devrim Kanunları, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İnönü’nün cumhurbaşkanlığında, kısmen rafa kaldırılmıştı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu, zamanın Millî Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu’nun icraatlarıyla adeta kevgire dönüşmüştü… Ve Demokratlar da masonların, komünist ve diğer Kemalistlerin bağırtı-çığırtıları arasında İmam Hatipleri, Yüksek İslâm Enstitüleri’ni ve bir kısım camilere imam kadrolarını ihdas etmişlerdi. Yazımızın konusu bu değildi…
Rahmetli Demirel, Türk Milleti’nin “Devrim Kanunlarına” arkasını döndüğünü ve adeta devlete küstüğünü söyler dururdu. Yani, başına şapkayı koymuyor, bin yıllık millî geleneklerini terk etmiyor, dinî müesseselerine, geleneklerine ve ahlâkî değerlerine sahip çıkıyor, M. Kemal ve arkadaşlarının Çankaya tepesinden millete dikte etmeye çalıştığı hayatı, daracık bir kapsüle hapsederek geleneğini koruyordu. Ve İkinci Dünya Savaşı şartlarından istifade ederek Kemalizm’in pratiğini, ebediyen “millet iradesinden” sürgün ediyordu… Bunların hepsi gerçek… Fakat başka gerçekler de var…
Büyük İhtilâlden sonra dinsiz Batı Felsefesi, önce Hıristiyanlığı mağlûp etmiş ve sonra da İngiltere’nin kanatları altında tahrip etmek üzere İslâm’a yönelmişti… 19. ve 20 yüzyılın ilk çeyreği çok büyük boğuşmalarla geçmişti. Emperyalizm ve inkâr-ı ulûhiyet karışımı taarruzların ilk hedefi “Asya Müslümanlarının” hayatları olmuştu: Tekye ve tarikatlar, medreseler, mektepler ve gelenek, o günkü hayatı besleyen ana damarlardı… Önce şüphe attı kalplerine ve sonra da aralarına nifak… Onların hücumları karşısında bu müesseseler, zamanın şartlarına göre derlenip toparlanamadılar… Maalesef birbirilerini suçlayarak Mondros ve Sevr’e kadar yuvarlandık. Arkasından da bizim için hazırladıkları “Kemalizm ve Modern Türkiye…”
Bir kaç çizgi ile geçmişlerine dokunduğumuz Medreseyi, Tekke’yi ve İslâmî geleneği, Batılılaşma adına suçlayan Kemalistler, hiç de âdil olmayan bir tartışmayı başlattıklarını biliyorlardı. Fakat, 1935’e kadar, yani M. Kemal ile Said Nursî’nin Eskişehir Mahkemesi münasebetiyle karşı karşıya geldikleri zamana kadar, Kemalizm kazanacağından çok emindi. Gel gör ki; Said Nursî’nin on bir aylık mahkeme safahatında, söz konusu dinin veya dinî müesseselerin yok edilemeyeceğini ve Türkiye’nin, Rusya gibi dinsizleştirilemeyeceğini hem reis-i cumhur ve hem de onun arkasına saklanarak hücum edenler bitamamiha anladılar.
Üstün körü bilgi ve kulaktan kulağa yayılan magazin kültürle Said Nursî’yi “tarikat karşısındaymış” gibi göstermek isteyenler, Bediüzzaman’ın 1935 Eskişehir, 1944 Denizli ve 1948 Afyon Mahkemeleri’nin kürsülerinden dünyaya ilân ettiği müdafaaları okumadan konuşmamalıdırlar. Said Nursî’nin; Sovyetler rejimine özenen tek partili cumhuriyetçileriyle giriştiği tarihin bu “düşünce meydan Savaşında”, tarafların bütün hallerini, fikirlerini ve planlarını ayrıntılarıyla göreceklerdir. Türk Milleti’nin bin senelik geçmişini, tıpkı “Ekim 1917 Devrim süreciyle“ Sovyetlerde Rusya’ya yapıldığı gibi yok edilebilineceğine ilkten kendilerini kaptıranlar, bu mahkeme müdafaalarından sonra, hakikaten “ümitsizlik“ hastalığına yakalanmışlardı. Said Nursî’nin söz konusu savunmalarının başında, tarikat gelecekti.
Kendi ifadeleriyle; “Hem bin seneden beri bu milletin ekser ecdadı bağlandığı bir meslek, sebeb-i mesuliyet olamaz. Hem gizli münafıklar hakikat-i İslâmiyet’e tarikat namını takıp, bu milletin dinine taarruz ettiklerine karşı galibane mukabele edenler, tarikatla itham edilmezler.” (Şuâlar, s. 325)
İkinci Dünya Savaşı’nın konjonktüründen de istifade ile Demokratların gelişiyle Medrese, Tekye ve Gelenek infaz edilmekten kısmen kurtulmuş, ama gülünçtür ki yasakları hâlâ devam ediyor. Ne garip… Lastikli kanunlar, topal demokrasi, Kemalizmin tahakküm ve rüşvetleri, bu müesseselerimizin bilimselce, zamanın şartlarına uygun ve köklerine bağlı kalarak kendilerini ıslâh etmelerine, geliştirmelerine, sosyal hayata doğruca entegre etmelerine ve milletin yardımına koşmalarına gördüğünüz üzere mani oluyorlar.
Önce demokrasi… Ve sonra da demokrasi içindeki dinî cemaat, müessese ve hayatın; dinin kurallarına uygunca tanımları, sınırları ve çalışma biçimleri… Yetkileri ve yükümlülükleri… Milletin kabulü olan bir anayasa çerçevesinde şeffafça çalışma şartları… Devletin nezareti altında yedi kıt’adaki ümmetin diğer fert ve cemaatleriyle münasebet ve işbirlikleri… Bütün bunlar gerçekleştirildikten sonra, yeri geldiğinde cemaat adına (demokratik devlet olarak) sorumluları muhasebeye çekebiliriz.
Sakın, bu mümkün müdür diye sormayınız… İkinci Meşrûtiyet yıllarından itibaren, ta vefat edene kadar Said Nursî, bu pratiğin tekniğini hem kitaplarında, hem mahkeme savunmalarında ve hem de yetkililere yazdığı mektuplarda detaylıca izah etmişlerdir. Dünyamızın demokrasi tekâmülünde doğrudan katılımı müzakere ettiği bir zamanda, demokrasiye henüz ulaşamayan halkların kanları ve canlarıyla mücadele verdikleri şu günlerde ve hükümetimizin “medenî milletler mahfilinde” oturacak bir sandalye aradığı vakitlerde; 1930’ların kafa feneriyle rastgele Tarikat ve Medreseler hakkında konuşanların ruh sağlıklarından şüpheye düşersek, sakın bizi ayıplamayın… Ayrıca, şu Medrese ve Tekye meselesinin yalnızca bizi alâkadar ettiği vehmine de kapılmayalım. Dünyamızın en az altmış-yetmiş ülkesi, bu meselenin orijinal kaynaklara muvafık, bilimsel çalışmalara uygun ve doğru demokrasilerle çelişmeyecek usûlüyle halledilmesini beklediklerini unutmamalıyız… Rabbim nasip ederse; dinî cemaatler, tarikatlar ve hayır kurumlarının “demokrasi ile entegresi” hususunu ilerde konuşalım… Elbette ki duânızla…