Tenkit ve tahammül ahlâkî bir kültür meselesidir.
Tenkit kültürüne kapalılık, geleneksel algı ve kalıplarla uyum içinde bir tutum olduğu, dolayısıyla sorgulama ve beraberinde gelebilecek çatışma riskine nazaran daha güvenli ve konforlu bir zihnî tutum gibi durmaktadır. Lâkin buna karşın, Yunus Sûresi’nin 100. Âyetinde, “Aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm ederiz.” şeklindeki açık beyanına rağmen aklı kullanmayı gereksiz hatta zararlı görmek; Resulullah’ın (asm) “Cihadın efdali zalim sultana karşı hakkı söylemektir.” buyruğuna karşın, zalime itaati akideleştirmek, hali hazırdaki mevcut anlayışla çelişiyor.
Bir yandan dinin bu emirleri, öte yandan despotik iktidarların dayatmaları. Sonuç ise tahmin edileceği gibi tenkidin, sorgulamanın değil; suskunluğun ve boyun eğmişliğin yaygınlaşması oluyor.
Yanlış yaptığı, batıl bir tavır içinde bulunduğu açıkça görüldüğünde dahi, şeyhlerinin, liderlerinin, reislerinin peşinden sürüklenen kitlelerin, içinde bulundukları bu hal, teslimiyet bilincinde yaşanan eksen kayması ile birlikte, sorgulayıcı bakış açısının kaybedilmesinin ortaya çıkardığı, felâkete de ışık tutuyor.
Sorgulayan, tartışan, itiraz eden bir yaklaşım tarzına nazaran; sessizce itaat eden, aykırılık gördüğünde dahi içinde bulunduğu topluluğun, partinin, grubun vs… maslahatı adına susup, “vardır bir hikmeti” mantığıyla geçiştirilen tutum, çok daha kolay ve yaygın bir şekilde alıcı bulabiliyor.
Öte yandan mevcut içtimaî, siyasî ortamın, kutuplaşma düzeyinin yüksekliği, söz konusu zayıflığı, cılızlığı beslediği gibi, sorgulamayı da hepten zorlaştırıyor. Hele bir de korku hakîm kılınmış ve adaletsizlikler hüküm sürüyorsa, böyle ortamlarda hakikatler susuyor. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “gaddar siyaset ve zalim propagandanın nasıl beşerin kemâlâtını karıştırdığı” tesbiti daha bir anlaşılıyor.
İnsanları sorgulatmayan, susturan, yapılan haksızlık ve kanunsuzlukları görmezden getiren, korkudan başka bir diğer sebep de; ‘düşman’a malzeme sağlamama, elini güçlendirmeme, dağınık ya da çelişik görünmeme gibi kaygılardır. “Kol kırılır yen içinde kalır” mantığı ile mevcut içtimaî, siyasî ortamda kutuplaşma olgusunun ortaya çıkardığı ‘zorunlu taraftarlık’ durumu, birtakım can sıkıcı, hatta yaralayıcı gelişmeler karşısında dahi, kimi zaman görmezden gelme, suskunlukla karşılama vb. tavırları beraberinde getirebilmektedir. İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlığıyla maruf kesimlerin eline koz vermeme, onlar karşısında ‘bize yakın’ duranları zayıflatmama kaygısı İslâmî camia dâhilinde bir tavır sorununa dönüşebiliyor.
Elbette gerilimin, çekişmenin, çatışmanın, ötekileştirmenin hukuksuzluğun, doludizgin devam ettiği bir ortamda, hangi sözümüzün, hangi tenkitimizin, hangi eylemimizin kim için, ne ifade edeceğini, kimlerin hangi işine yarayacağını ve kimler tarafından ne maksatlarla kullanılabileceğini hesap etmek, dikkate almak zorundayız. Ancak tedbirli olmak ile korkak olmak arasındaki ince çizgiyi de kavramak gerekir. Fakat bu temkinlilik bizi sürekli biçimde politik konjonktüre göre tavır belirlemeye, kimliksizliğe hakkın hatırını âli tutma, adaletle hükmetme görevimizi ikinci plana atmaya götürmemelidir.
Hasılı; Müslüman şahsiyeti, kimden sadır oluyorsa olsun, yanlışlara, haksızlıklara, zulümlere karşı sessiz, tepkisiz kalmamayı gerektirir. Velev ki uyarılanlar bundan hiç hazzetmese de ve bizim tavrımızı kendisine karşı bir kötülük, bir zarar verme eylemi olarak görse dahi!
Bu noktada Hz. Ömer’e (ra) nispet edilen şu söz ölçü ittihaz edilmelidir: “Gerektiğinde hakkı söylemezseniz sizde hayır yoktur; siz söyler de biz kabul etmezsek bizde hayır yoktur.”