İslâmiyet fakirlerin, miskinlerin, cahillerin, mutassıp ve mürtecilerin dini değildir.
Dünyada İslâm ülkeleri genellikle az gelişmiş ve geri kalmış durumda iseler bunun sebebi, dinlerine bağlılıktan değil, dinleri ile bağlarını gevşetmelerindendir. Gayrı müslimlerin yükselmeleri ve ileri gitmeleri ise, dinlerini terk etmelerindendir. Ayrıca, Avrupa’nın zalim sömürgecileri ve Asya’nın gafil ve münafıkları, Müslümanların elinde bir şey bırakmadığından, İslâm ülkeleri genellikle fakir ve geri kalmış durumda.
Bu durumu, bundan yüz yıl önce Bediüzzaman Hazretleri tesbit etmiş şu teşhisi koymuştu: “Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? (...) Görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.” (Lem’alar, 17. Lem’a)
Üstad Hazretleri’nin “ikinci Avrupa” dediği zalim ve gaddar sömürgecileri, İslâm ülkelerinin geri kalması için her şeyi yapıyorlardı. Ama asıl üzücü olan, Müslümanların gafil ve münafıkları, İslâm’a ve Müslümanlara darbe vurmak için gâvurlarla yarışıyorlardı. Münafık kısmını da bir tarafa edersek, gafil Müslümanların tutumu, İslâm ülkelerinin ilerlemesine en büyük engeli teşkil ediyordu.
İşte böyle bir ortamda, “dinin meseleleri terk ve feda edilmesinde zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalp hastalığı zaafı diyanettir.” diyerek ortaya çıkan Bediüzzaman teşhisi koymuş, milletin kalp hastalığını tedavi etmek için kahramanca bir mücadele başlatmış, kendi dünyasını feda ederken, milyonlarca insanın ahiretini kurtarmıştır.
Tahrip kolay, tamir zor olduğundan, Bediüzzaman da çok çetin mücadeleler vermiş, çok büyük sıkıntılar çekmiştir. Fakat hiçbir zorluk karşısında pes etmemiş, yılgınlığa ve çaresizliğe düşmemiştir. Bir ümit şelâlesi olarak çağlamış, millete de hep ümit aşılamıştır. Bazı hocalar bile, İslâm’ın geleceğinden ümit kesmiş, “zaman, âhir zamandır, gittikçe daha fenâlaşacak” dedikleri halde, o bunlara şiddetle karşı çıkmış ve şöyle seslenmiştir: “Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstâkbeldeki insanlarla konuşacağım....” (Tarihçe-i Hayat 135)
Bugün ise, İslâm ülkelerinin idarecileri, geri kalmışlığı ve fakirliği Allah’ın Âyetleri ile izah etmeye çalışıyorlar. Âyet ve hadislerle fukaralığın meziyetlerinden bahsediyorlar. Dini emirleri, Âyet ve Hadisleri, gerçek bağlamından koparıp, kendi başarızlıklarına dayanak gösteriyorlar.
Onlara Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri en güzel cevabı veriyor: “Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda olan hakikat-i İslâmiyeti, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz?” (Tarihçe-i Hayat 135)
“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! (Bakara Sûresi, 155) Amenna, elbette Allah’ın hikmetinden sual olmaz. O kulunu imtihan eder, sabrını dener. Bu hal, Müslümanların geri kalmasını, fakru zaruret içinde kalmasını teşvik anlamına gelmez.
Allah’ın başka ayetleri de vardır: “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas 77)
Müslüman başkasının eline bakmaz, Allah’tan başkasına el açmaz. Alan el değil, veren el olmak ister.