Son yazımızda “Hangi çağdaki çocukların derslere bilhassa getirilmesi gerektiğini anlamak için Risale-i Nurlar’a baktığımızda, ağırlıklı olarak 8-15 yaş aralığını buluruz” demiş ve bu yaştaki çocukların, sokağa çıkış yasaklanmadıkça, camilere ve soh- betlere muhakkak götürülmeleri gerektiğini söylemiştik.
Getirilen çocuk hiç mi yok? Var elhamdülillah! Ama gelmeleri bilhassa gerekli olan 8-15 yaşındakiler değil; belki henüz sağını so- lundan ayıramayanlar!
Bunlar üç-beş yaşlarında olduklarından derste veya camide oynuyorlar. Kendileri istifade ede- medikleri gibi başkalarının dikkatini dağıtmayı da kolayca başarıyorlar.
SUAL: Efendim, nasıl böyle söylersiniz! Hadis-i şerifler var, bilmiyor musunuz? Sevgili Peygamberimiz (asm) hutbe irad ederken torunu gelince onu kucağına alıp öyle devam etmedi mi? 1
CEVAP: Doğrudur. Ama bu olay kaç defa olmuştur? Çocukların pek sevilmeyip sertlikle yetiştirildiği bir toplumda, bu yanlış örfü kırmak üzere bir iki defa böyle davranması, bizim de torunlarımızı sırtımıza alıp dersi öyle yapmamızı teşvik için midir? Yoksa gerektiğinde hoşgörüyle idareyi göstermek için midir?
Hem Peygamber Efendimizin (asm) iki torununa olan bu ilgisi, onların nesl-i mübareklerinden gelecek muhteşem aktab ve seyyidler ordusunu taltif ve takbil (öpmek) için de değil midir? 2
Yoksa namazda sırtına çıkan çocukları düşmesin diye bir eliyle tutan o şefkatli Peygamber’in (asm), namazda önünden geçen bir başka çocuğa hiç yürüyememesi için bedduâ etmesinin sebebi nedir? 3 (Haşiye)
Ezcümle “Mescitlerinizi çocuklarınızdan ve delilerinizden uzak tutun!” buyuran da 4 Peygamberimiz (asm) değil midir? 5
Demek mümeyyiz olmayan çocuklarla aklı olmayan deliler birbirine benzetilmiş ve birlikte zikredilmiştir. Fıkıhta temyiz yaşı ise yedinci yaşın bitimidir.6 Nitekim Sevgili Peygamberimiz (asm), çocukları namaza “alıştırmaya başlatma” yaşı olarak da bu yaşı tavsiye etmiştir. 7
Oyun çağındaki miniklerle oynamak yerine, onları ders veya ibadet ortamında tutup sıkıyoruz. Belki de erkenden bıktırıyoruz. Ders ve ibadet çağına gelmişleri ise getirmiyoruz. Sizce de bu işte bir terslik yok mu? Temyiz çağındakileri getirmeyerek tefrite sapmak, annesiyle kalması gerekenleri ise derse getirerek ifrata düşmek doğru mu?
Merhum Mehmet Âkif olması gereken dengeyi ve terbiyeyi ne güzel tarif etmiş:
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle camiye gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun.
Meramınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Efendim! Ben hâlâ takıldım!? Mescid-i Nebîde bir sabah namazında, arka saftan duyulan bir çocuk ağlamasıyla Peygamberimizin (asm) –mutadı hilâfına– Kur’ân’ın en kısa iki sûresini okuyarak namazı nasıl kısa kestiğini ve “Çocukla ilgilenmesi için annesini salıvermek istedim” buyurduğunu 8 bilmiyor musunuz?
Elbette onu hepimiz biliyoruz, ama o annenin mahcubiyetini de düşünebiliyor muyuz? İçlerinde koskoca sahabîlerin bulunduğu yüzlerce cemaat, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (asm) arkasında, derin bir huşu içinde iki rekât namaz kılmak için durmuşken, bizim çocuğumuz yüzünden herkes bu huzur ve feyizden mahrum kalmıştır. Sizce Peygamber Efendimizin (asm) bu tavrında şefkat ve hoşgörü ile beraber, o anneye tedbir alması için yumuşak bir baskı da yok mudur?
Geçen yaz, yolum İstanbul’a düştü. Huzur bulmak ümidiyle Eminönü Yeni Cami’ye girdim. Caminin yarısı doluydu. Namazı müteakip tam beklediğim gibi –Allah razı olsun– hoca efendi güzelce mihrabiyeye başladı.
Maalesef iki dakika geçmedi ki, iki haylaz çocuk cami içinde iki tarafa koşmaya başladı. Durmak bilmiyorlardı. Dayanamadım ve durmalarını işaretle rica ettim. Hiç oralı olmadılar. Tilâvet bitince en arka saftaki ana babalarının yanlarına koştular.
Ben de birinin babasına yaklaşıp nazikâne: “Sahip çıkamaz mıyız?” dediğimde babası da aynı tepkiyi verdi. Vurdumduymaz bir tavırla sırtını dönüverdi.
Siz haftalarca uğraşır bir konferans düzenlersiniz. Onlarca kişi programın hazırlanması için emek vermiştir. Konuşmacı yüzlerce kilometre yol tepmiştir. Binlerce insan da dinlemeye gelmiştir. Ama sorumsuz iki ebeveynin iki yaramaz çocuğu, konuşmacıyla dinleyenler arasındaki boş alanı koşu pistine çevirip ilgiliyi dağıtmaya yetmiştir.
Kısacası camilere ve sohbetlere “mümeyyiz olan çocuklar” mutlaka götürülmelidir. Bunları değil de küçük çocukları götürmek zorunda kalmışsak o takdirde tembihlemek ve sahip çıkmak gerekir.
Minikler durmaz diye annesinin sohbeti terk etmesi de doğru değildir. Annesi ilgilendiği halde uslu duramıyorsa, işte o zaman bize düşen azarlamak ve ürkütmek değil “idare etme” sünnetiyle amel etmektir. Zira bu çocuklar, bizim de çocuklarımızdır.
“Duygusal öğrenme” çağında olduklarından bu miniklere yaşatarak öğretebileceğimiz değer, ibadet ve ders mekânlarını hürce ve hoyratça kullanabilecekleri de değildir! Tam aksine kanepede zıplamasını, mikrofonu kurcalamasını, halıyı kirletmesini bir vesile yaparak “Aman kızım! Bu vakıf malıdır!” deyip, buraların kutsiyetini hissettirmektir. Millet malını kendi malı gibi zanneden yozlaşmış dindarlar yerine Şerife Bacıları (rh) yetiştirmek, böyle yaparsak mümkün olabilir.
Onurlandırmak ve teşvik etmek amacıyla çay tabağı ve şeker dağıttırmak yanında mümeyyiz çocukları ders kürsüsüne çıkarmaya gelince, burada da ifrat veya tefrite gerek yoktur. “Ucuz alan, ehemmiyetsiz bakar” 9 durumuna düşülmemesi şartıyla, yani Kur’ân’a ve onun tercümanına ait olan o makamın izzet ve ciddiyetine halel getirmeyecek ve o kürsüye çıkmanın kolay ve basit olmadığını sezdirecek şekilde Risale-i Nurlar’dan vecize veya şiir ezberleyerek kürsüye çıkmayı hak ettiğini ispat eden çocuklara “umûmî dersin sonunda” ezberlediklerini kısaca sunma fırsatı verilebilir ve kendilerine duâ edilir. Fazlası ise egoyu şişirebilir. Bu zamanda asıl öğren- memiz gereken, mahviyet ve hizmettir.
Sarkaç gibi ya ifrata ya da tefrite savrulmak zorunda mıyız? En hayırlı ve müstakim olan yol “orta yol” değil mi?
HAŞİYE: Bu bedduâda, namazdaki huşûyu ifsat etmenin ne büyük bir cinayet olduğu hissettirilip haylaz çocuklara bir gözdağı verilmekle bir- likte, kanaatimce asıl ikaz, şatahata düşmüş bir kısım Ehl-i Vahdet-i Vücûd’a yapılmıştır.
Şöyle ki, onlar derler: “Vasıtasız olduğundan veli ilhamı, melek vasıtasıyla gelen nebî vahyinden daha üstündür.” Buna bir delil olarak da, nebî olduğu halde Hz. Musa’nın (as) bilmediği, ama velî olan Hz. Hızır’ın (as) bilip amel ettiği ilm-i ledünnü örnek gösterirler.
İşte bu noktada Rahmet Peygamberi’nin (asm), sütresiyle kendisi arasından geçen bir çocuğa yaptığı bu bedduâ, Hz. Hızır’ın (as) masum çocuğu öldürmesine çok benzemektedir. Yani Hz. Hızır’ın (as), ileride zalim olacağını bildiğinden dolayı emr-i İlâhî ile bir çocuğu öldürmesi gibi, Efendimiz de (asm) görünürde küçük bir haylazlığı sebebiyle o çocuğu ömür boyu yürüyemez hale getirecek bedduâyı etmiştir. (Belki de bu şekilde onu müstakbel bir zulümden muhafaza etmiştir.)
Keza torunlarına karşı zahiren yadırganabilecek düzeydeki “fevkalâde ehemmiyet ve şefkatle” muamelesi dahî, gayb-âşina gözüyle onların geleceğini görmesi ve verecekleri meyveleri bilmesi sebebiyledir. Yani burada da ilm-i ledünle amel etmiştir. Elbette O (asm) ilm-i ledünnün de sultanıdır.
Dipnotlar:
1) bk. Tirmizî, Menâkıb, 30; Nesâî, Cuma, 30.
2) bk. 4. Lem’a, 2. Nükte.
3) 19. Mektup, 13. İşaret, 8. Misal, 6. Çocuk. E. Davûd, Salât, 110; İ. Hibban, VIII/152.
4) İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte, Mescidler ve Cemaatler Bölümü.
5) Ancak Peygamberimiz (asm) açık alanda namaz kılınırken safların arasında dolaşan çocuklara aldırmamıştır. Buharî, Ezan, 161; DİB Hadislerle İslâm, IV/149.
6) TDV İslâm Ans. “Temyiz” md.
7) Ebû Davut, Salât, 26; Tirmizî, Salât 299.
8) bk. Buharî, Ezan, 65; Müslim, Salât, 192.
9) G. Münteşir Emirdağ 1 L.