Artık, bir adam tanıdım.
Kapılarını (bana kapatanlar, açmak istemeyenler) istedikleri gibi kapatabilirler.
Gözlerime, gönlüme, aklıma, fikrime, zikrime, şükrüme, adımlarıma, arayışlarıma, bakışlarıma, duyuşlarıma, okuyuşlarıma hep yeni kapılar açan bir adam (tanıdım.)
O tanıdığım adamdan enstantaneler serpelediğim bir yerden savrulan yankıyı siz de duyun da abarttığım, yanlış gördüğüm şeyler varsa bi’ şeyler söyleyin.
*
Onu hep “Bir Kişi”yle kol kola yürürken hayal ederim. [Koluna girdiği kim, diyeceksiniz de... adı bende saklı...]
O onun birinci Üstad’ı...
Onu çok kişi anlatmış ancak o öyle anlatmış ki... Üstad’ını o çok özel kalemiyle/üslûbuyla... okuyunca... hah, dedim; aradığımı buldum.
Kimisi ve hatta çoğu o zatı kılıç şakırtıları arasında/n göstermiş. Yani ömür boyu savaşan adam...
Hayır, hayır demiş On Dozuncu Söz’de. Öyle misaller, isimler, sıfatlar, ünlemler ile seslenmiş ki... bir insanın iç kimliği b/öyle anlatılır işte. O, On Dört Reşha’yı okumadan onu tanımak... bana çok şeyin yarım kalacağı anlamına gelir.
Size de karışmam. Koskoca bir kitapta anlatılabilecekler çekirdek halinde orada içinizde nice güllerin açmasına vesile olacak kanaatindeyim.
İşte ben boşuna bağlanmadım Sözler’in müellifine.
Bildiğimi sandığım, öğrendiğime inandığım neler varsa nerdeyse hepsini hallaç pamuğu gibi savurdu.
Hele o tasvirler ne öyle! Mekke’nin mihraba, Medine’nin minbere benzetildiği... Yeryüzünün mescid ve onun da o mescidin reisi olduğunu anlattığı sahneler ve daha neler...
Aç On Dokuzuncu Söz’ü; bak ve gör ve çık saadet zamanlarına yolculuğa...
Gel, gör muhabbeti. Hangi savaş adamı!
Bırakın gidin ha; siz ne dediğinizin, kimden bahsettiğinizin farkında mısınız?
Savaş da savaş... Cihat da cihat... Evet, cihat... ceht... gayret, yerinde duramamak... ama niçin? Öldürmek için değil... adam gibi yaşasın için insanlar.
Ebedî tebessümler için gayret halinde biri...
Zaten insanın başında ayrılıklar ve en büyük meselesi de ölüm...
Böyle bir insanı teselli etmek gerekmez mi!
İnsan kimdir? Niçin gönderilmiştir bu âleme? Nereden gelip nereye gitmektedir gibi sorular cevapsız mı kalsındı.
İşte tanıdığım bu adam onun niye gönderildiğini ince, derinden, kısa yollardan anlatıyor.
Bir adam tanıdım, dediğim nasıl biri?
O, hayata da ve ölüme de gülen adam...
Gözünü daldan budaktan esirgeyen biri değildi. “Gözü kara” diyeceksiniz belki! Gözünü karartıp giden bir kara cesaret değil elbet... Gözü de gönlü de aklı da aydınlık peşindeydi. Kitaplarının adı Nur idi zaten.
Hayatı ve ölümü aynı gördüğündendi muhabbeti, cesareti... Hem bilginin kendisi aydınlık, nur, ışık, güç değil mi! İşte o yüzdendi düşmanlarından korkusuzluğu...
Haa, o düşman olmadı ki hem kimselere... Düşmanları belliydi: Cehalet, fukaralık, ihtilâf.
“Beni anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar.” diye sitemden öte geçmeyen serzenişlerine katlanmalıydık! (Ve bu bir değil çok tez konusu: Neden onu anlamıyor ya da anlamak istemiyoruz?)
Şüphelendiler.
Onu da kendileri gibi para, koltuk, diploma türünden geçiciliklerin peşine düşmüş sandılar. Ve yan(ıl)dılar. Aldandılar. Hem ona hem kendilerine kötülük ettiler.
Olan bize oldu. Nesiller kaynadı, kavruldu, savruldu arada. Çok zaman kaybettik.
Adamın kaleminden korktuk. Sükûnetinden ürperdik.
Devlete karışmayışına bir mânâ veremedik. Hep acabalı yaşadık.
Bu adam neden makamdan, şöhretten uzaktı?
Şöhret peşinde değilken bu kadar meşhur olması da neyin nesiydi?
Sokaktaki adamdan en tepedekine kadar bu ilginin bir izahı olmalıydı.
Tuhaf değil mi!
Ordusu, partisi patırtısı, parası olmayan adamdan korkulur muydu?
Elinde tetik olanlar, elinde tesbih ve kelimeler olandan korkuyorsa daha ne demeliydi!
Evet tuhaftı, acıydı, gülünçtü; onu tanımamak ya da tanımak istememek.
Vakit kaybıydı, hayatları israf etmekti. Zamanları, mekânları evhamla meşgul etmekti.
Ve buradan şuraya geliyorduk ki kalem; silâhlardan, ordulardan güçlüymüş.
Bu yüzden peşini bırakmadılar bu, kalemin gücüne inanan adamın.