Her gün tamtam çalıp savaş çığlıkları atanlar, hatta dünya savaşı üzerine hesap yapanlar birden bire silâhları bir kenara bıraktılar; can havliyle, maskeleri taktılar.
Bu defa, başka savaş; yine can, yine binlerce insan…
Henüz sonuca ulaşılmadığı için son raddesi bilinmiyor. Bilinen bir şey varsa, o da, dünyadaki çaresizlik tufanı.
Yollar boş, kapılar kapalı, sokaklar suskun; doktorlarda, bir telâş…
İnsanlar ölüyor, ölüler gömülüyor sessiz, sedasız.
O’ndan başka, herkes, herkese ırak; birbirinden kaçar oldu, korkarak.
Sanki kıyamet!
Bugün bütün dünyada, eller semaya kalktı.
Çünkü başka çare yok!
Risale-i Nur’da ifade edildiği üzere; “Ezel ve Ebed Sultanının emriyle, bir sinek bir Nemrud’u yere serer, bir karınca bir Firavun’un sarayını harab eder yere atar.” (Sözler, 268)
İşte şu an, yaşanan manzara bu.
Koronanın telâşıyla yer yerinden oynuyor!
Devasa devletler, burnu büyük milletler var gücüyle çabalıyor ve her alanda önce tedbir, ardından da yasaklar koyuyor art arda. Tâ ki salgının önünü almak, bu illetten kurtulmak için.
Güçlülerin güçsüzlüğü ortada…
Atalarımız, “Alma mazlumun âhını, çıkar âheste aheste” demişler. Demişler demesine, ama bu defa bu âh, pek de âheste çıkacak gibi görünmüyor.
Bu arada gözden kaçan bir şey var!
Bilinmelidir ki: Virüs denen bu nesne ya da buna benzer mahlûkat, emre mutî neferdir.
Görevi bitecek, o da çekip gidecek.
Bizim, bütün bu yaşananlar karşısında oturup bir nebze de olsa düşünmemiz gerekmez mi, dünyayı saran ve sarsan bu virüs musîbeti “Hangi hatamızdan, hangi günahımızdan, hangi zulmümüzden, hangi isyanımızdan; hangi mazlumun enîninden ve âhından dolayı ortaya çıktı?” diye düşünmeye değmez mi?
Öyle ise, insan olarak, maddî tedbirlere müracaat ettiğimiz gibi; manevî olarak da, virüslerin Hâlıkına duâ edip, af dilemek gerekir.
Çünkü duâ acizliğimizi, fakirliğimizi, çaresizliğimizi idrak edip; Yaradan’a, arz-ı hâcet etmektir.
Madem öyle; haydi! duâ için, açılsın ellerimiz.