12 Eylül Atatürkçülüğü ile 28 Şubat Atatürkçülüğü arasında bile derin uçurumlar var. Dahası, 28 Şubat Atatürkçülüğünün de bin bir çeşit renk ve tonu mevcut. Kargaşa o boyutta ki, görünüşte birbiriyle kıyasıya çekişme halinde olan taraflar dahi Atatürkçülük meselesinde mangalda kül bırakmıyor.
Meselâ 28 Şubat’ta “irtica”ya karşı omuz omuza mücadele verenlerin çoğu sonra yollarını ayırdı.
KEMALİZMLE TOPLUMUN DOKUSU UYUŞMUYOR
Kemalizmle toplum arasında esaslı bir doku uyuşmazlığı var. Fransız ihtilâlini örnek ve model alarak yapılanlar milletimizin fıtratına uymuyor. Ve Kemalist dayatmalara karşı çıkan insanlar ülkemizin AB’ye dahil olmasını istiyorlar. Demek ki, Türkiye'nin ortak paydası Kemalizm olamaz. Artık tek bir ortak payda var; o da demokrasi...
ORTAK PAYDA KEMALİZM DEĞİL, DEMOKRASİ
2004’te büyük gürültü koparan ve ulusalcı cephenin hışmını çeken “Azınlıklar” raporunun yazarı Prof. Dr. Baskın Oran, 1920’lerde “solcu ve ilerici” olduğunu söylediği Kemalizmin, 2000’li yıllarda “tutucu” hale geldiğini ifade etmişti. Oran’a göre, o zaman tabiî olan, sırıtmayan şeyler şimdi sırıtıyordu.
Bu yaklaşım raporda da kendisini gösteriyordu:
AB reformları Kemalizmin 1920’lerde yaptığı devrimin devamı olarak nitelenirken, bunlara karşı çıkanlar, vaktiyle Kemalist devrime karşı çıkan “1920-30’ların gericileri”ne benzetiliyordu.
Açıkça görüldüğü gibi, burada Kemalizmi eleştiren değil, sahiplenen bir tavır söz konusuydu.
Ama nedense en çok da, kendisini Kemalist olarak gören başka kesimleri küplere bindirdi.
Raporu yazanlar ve savunanlar Atatürk dönemine hakaret etmekle, ihanetle suçlandı.
Bu ilginç kavga, Atatürk ve Atatürkçülük etrafında bilhassa son dönemlerde iyice belirginleşen ayrışmanın yeni bir tezahürü ve yansımasıydı.
Bu ayrışmada taraf olanların her biri “öz ve hakikî Atatürkçü” olarak kendisini görürken, diğerlerini Atatürk yolundan sapmakla suçluyor.
Buna karşılık Atatürkçülük alanındaki çeşitlilik artarak devam ediyor.
Nitekim 12 Eylül döneminde zirveye çıkan uygulamaların “tören ve gardrop Atatürkçülüğü” olarak adlandırılan yeni ikiyüzlülük ve riyakârlık örnekleri ihdas etmekten başka bir işe yaramadığı, kendilerini hakikî Atatürkçü olarak görenler tarafından da ifade edildi.
Cumhuriyet gazetesi camiasının önde gelen bazı isimlerince gösterilen tepkiler, bunun çok tipik ve ilginç örnekleri.
Meselâ Nadir Nadi’ye “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazdıran sebep, Atatürk’ün arkasına gizlenerek sergilenen riyakârlıklardı.
Uğur Mumcu da, uğradığı suikasttan kısa süre önce çıkan bir yazısında Siyasî Partiler Kanununun, partileri Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olmaya mecbur tutan hükmünü eleştirerek, “Çoğulcu demokrasi resmî ideolojilerle bağdaşmaz” demiş ve şunları yazmıştı:
“Siyasî Partiler Yasası, ‘Atatürk milliyetçiliği’ni temel alıyor.
“Çoğulcu demokraside hiçbir partinin yasa yolu ve zoruyla bir siyasal görüşü ve ideolojiyi savunması istenemez.
“Bu tür zorlama, yapay görüşlerin sergilenmesine ya da yasal olması gereken ideolojilerin yeraltına inmesine yol açar.
“Türkiye’de yıllarca böyle çarpık ve yapay bir demokrasi anlayışı egemen oldu. Yumruğu kuvvetli olanın görüşü Atatürkçülük adına benimsetilmeye çalışıldı. 12 Eylül döneminde de Atatürk’ün yurdun dört bir bucağına heykelleri dikilirken, düşünce ve ilkeler eylemlerle, kararlarla ve uygulamalarla teker teker yok edildi.
“Kimse, devlet eliyle belirlenen kalıplaşmış, dondurulmuş ve çarpıtılmış, sözde Atatürkçü düşünceyi benimsemek zorunda değildir.
“Yasakçı anlayış, çarpık ve yapay bir demokrasiyi doğurdu. Ne ekildiyse o biçildi. Bu anayasa ve bu siyasî partiler yasası ve bu sendikalar yasası ile demokrasi kurulamaz. Kurulursa da böyle olur...” (Cumhuriyet, 5.7.1992).
Yıllar sonra, aynı gazetenin yazarlarından Ali Sirmen de, milletvekillerine ve cumhurbaşkanına metazori okutturulan yemin metinlerini eleştirdi ve “Kaldırın bu yeminleri” çağrısında bulundu (Cumhuriyet, 28.8.07).
Yemin konusunu vaktiyle Demirel’e de sormuştuk:
“Meclisin açılışında milletvekillerinin okuduğu yemin metninde yer alan ‘Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma’ ibaresi, demokratik prensipler açısından nasıl değerlendirilebilir?”
Ve ondan şu cevabı almıştık:
“O yemin metninin hangi şartlar içinde meydana getirildiği, kimsenin meçhulü değildir. Bunlar hep müdahale sonrasındaki askerî idarelerin yaptığı şeylerdir. Onların ufuneti geçip de, zihinler rahat olup tartışma ortamı açılıncaya kadar bir emrivaki şeklinde bunlar gider.” (Köprü, Şubat-1988, İslâm Demokrasi Laiklik, s. 243)
Aradan bu kadar sene geçmesine rağmen Türkiye hâlâ bu garabeti ortadan kaldırabilmiş değil.
Sadece milletvekili yemini mi? Hayır, anayasa, göreve yeni başlayan cumhurbaşkanının nasıl yemin etmesi gerektiğini de kelime kelime dikte ediyor ve onu da “ilke ve inkılâplara bağlılık” sözü vermeye mecbul kılıyor.
Yemin metninde geçen “Atatürk ilke ve inkılâplarına ve laik cumhuriyet ilkesine bağlı kalma” ibaresi, 1961 anayasasında bile yoktu.
Peki, bir kişiyi, eline bir yemin metni tutuşturarak, hem demokrasiye hem de Atatürkçülüğe bağlılık yeminine zorlarsanız, o yeminden bir hayır gelir mi?
Bu bakımdan, yemini okuyacak kişinin, eğer demokrasiye bağlılık sözü verecekse “ilke ve inkılâplar” kelimelerinin geçtiği yerde; buna karşılık, ilke ve inkılâplar için yemin edecekse, “demokrasi’ kelimesinde bir ayağını yerden kesmesi lâzım ki, sonradan kendisine yöneltilebilecek “Yeminini bozdu” suçlamalarına karşı cevap verebilsin!
İnsanları “ikiyüzlü” davranmaya zorlayan bir anayasaya sahip olmak, ne kadar utanç verici...
***
Hangi Atatürkçülük?
12 Eylül Atatürkçülüğü ile 28 Şubat Atatürkçülüğü arasında da derin uçurumlar var. Dahası, 28 Şubat Atatürkçülüğünün de bin bir çeşit renk ve tonu mevcut.
Kargaşa o boyutta ki, görünüşte birbiriyle kıyasıya çekişme halinde olan taraflar bile Atatürkçülük meselesinde mangalda kül bırakmıyor.
Gelinen noktada neredeyse Atatürkçü sayısınca farklı Atatürkçülük anlayışı ortaya çıkmış durumda. Ve bunların hemen hepsi de birbiriyle ihtilâf halinde, hattâ kavgalı.
En yakın örneklerini, 28 Şubat’ta irticaya karşı omuz omuza mücadele veren isimlerin bilâhare yollarını ayırmalarında görmek mümkün.
Meselâ, o dönemin hızlı Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, askerî kanadın 28 Şubat’taki en sivri isimlerinden Çevik Bir için sonradan “O ne Atatürkçü, ne de vatansever” ifadesini kullandı.
Savaş, sıkı Atatürkçülerden Yekta Güngör Özden’le de bir araya gelemeyeceğini söyledi.
Mâlûm, Özden emekliye ayrıldıktan sonra başına geçtiği Atatürkçü Düşünce Derneğinde tutunamayıp dışlandığı gibi, akabinde giriştiği siyasî parti teşebbüsünde de hüsrana uğramıştı.
Bunun bir sebebi belki de kendisini Atatürkçü sayanlar arasındaki mizaç uyuşmazlığı. Dayatma alışkanlığını birbirlerine karşı da kullanmaya kalktıkları için bu sonuç doğuyor olabilir.
Ancak görünen o ki, bunun daha ötesine uzanan çok derin uyuşmazlıklar da söz konusu.
Bu arada, AKP’nin ve hükümetin önde gelen isimleri Atatürk’ü ağızlarından düşürmez, hattâ devrimlerin millet desteğiyle yapıldığını iddia edip “Hedefimiz ilke ve inkılâpları toplumun ortak paydası haline getirmek” derken, bu partiyi takiyye yapmakla suçlayan karşıtları da pozisyonlarını Atatürk referansına dayandırarak açıklıyorlar.
Arada, Şerif Mardin gibi, AKP iktidarını Kemalizmin en büyük başarısı olarak görenler ve İsrailli diplomat Alon Liel gibi Erdoğanizmi Kemalizmin güncellenmiş versiyonu sayanlar var.
Ama genel görüntü, her ikisi de Atatürk’e yaslanan iki cephenin kıyasıya mücadeleye tutuştuğu bir manzara oluşturuyor. Sanki vaktiyle “Atatürk yaşasaydı partimizde olurdu” diyen RP ile, Atatürkçülük adına ona bayrak açan 28 Şubatçıların kavgası yine tekrarlanıyor.
Öte yandan, kendi anlayışına göre Atatürkçülük tarifi yapanların da haddi hesabı yok.
Meselâ kimileri Atatürk’ün temel felsefesini millî bağımsızlık ve egemenlik olarak tanımlayıp, bu noktadan AKP iktidarını tavizcilikle suçlarken, kimileri “Atatürk dönemi dış politikasına en yakın parti AK Parti’dir’” diyor (E. Albay Atilla Sandıkçı, Yeni Şafak, 5.2.07).
En kestirme ve isabetli yorum ise “Derli toplu bir düşünce sistematiği olarak Atatürkçülük diye birşey yok. Kim güçlüyse onun yorumu Atatürkçülük oluyor” (Yeni Şafak, 12.3.07) diyen Fikret Başkaya’nınki.
Bütün bu uyuşmazlıkların temelinde ise AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu eski üyesi Gunter Verheugen’in dile getirdiği “Atatürk’ün devrimi çok sertti. Türkleri bunları yapmaları için zorladı. Herkes bunu kabul etmedi” tesbiti yatıyor.
O zaman o şartlar ve baskılar altında bunları kabul etmeyenlerin şimdi kabul etmesi hiç düşünülemez. Çünkü arada esaslı bir doku uyuşmazlığı var. Fransız ihtilâlini örnek ve model alarak yapılanlar milletimizin fıtratına uymuyor.
Bunun sebebi tutuculuk falan değil. Öyle olsaydı aynı insanlar Türkiye’nin AB üyeliğine de karşı çıkarlardı. Ama tam tersine, Kemalist dayatmalara karşı çıkan insanlar ülkemizin AB’ye dahil olmasını istiyorlar.
Demek ki, Türkiye'nin ortak paydası Kemalizm olamaz.
Artık tek ortak payda var; o da demokrasi...
Devrimler mi, demokrasi mi?
Prof. Dr. Mümtaz Soysal, 1995 Mart’ında verdiği bir konferansta Cumhuriyetin ilk 15 yılını “devrimci dönem” olarak vasıflandırırken, son 15 yılın ise “şaşkınlık dönemi” olduğunu söylemişti.
Ve 1950’lerden sonra devrimlerden yavaş yavaş “ödün”ler verildiğini ifade ile şöyle demişti:
“Yarım kalmış bir devrim, tamamlanmadan demokrasinin kurbanı oldu.”
Bu ifade, Türkiye’de Atatürkçülerin müzmin çelişkisini yansıtıyor:
Devrimler mi, demokrasi mi?
Kemalistlerin demokrat olmayı niye bir türlü başaramadığının izahı, işte bu derin çelişkide saklı.
Ama bu çelişki sadece onların değil, tümüyle Türkiye Cumhuriyeti devletinin problemi.
Demirel 1966’da şöyle demişti:
“Gerçekleştirilmiş olan bütün inkılâplarımız devlet baskısı ve kanun gücü ile başarılmaya çalışılmıştır. Hiçbirinde halkın desteği aranmamıştır. Demokratik metod olan ikna ve aydınlatma yoluna hiçbir zaman gidilmemiştir.”
Rejimin yetmiş bir yıldır dondurduğu problemlerin bugün daha da büyüyerek bünyeyi sarsacak boyutlara erişmesi, işte bu gerçeğin bir neticesi.
Türkiye, devrimler ve demokrasi çelişkisini mutlaka ve en kısa zamanda çözmek mecburiyetinde.
***
Bürokratik iktidarın siyasete karşı sergilediği derin güvensizliğin en önemli sebeplerinden biri, oylarıyla siyaseti şekillendiren halkla ilgili olarak duyduğu derin kaygılar.
Yani, asıl güvenmediği, halk. Kendisini elit sayan kadrolar, çeşitli sebep ve gerekçelerle halka güvenmiyor, halkın tercihlerini benimseyemiyor.
“Dağdaki cahil çobanın oyu ile profesörün oyu eşit olur mu?” sözünde ifadesini bulan yaklaşım, bu sebeplerin en belirgin olanını açığa vuruyor.
Bu anlayışa göre, cahil, bilinçsiz ve yoksul halkın oy kullanırken yaptığı tercih de yanlış olur.
Ve seçtiği yanlış kişiler, yanlış işler yaparlar.
Dahası, aynı halk, hiçbir zaman elitleri ve onların destek verdiği siyasî kadroları tercih etmez.
27 Mayıs Anayasasının, seçilmiş kişi ve kadrolardan oluşan Meclis ve hükümet üzerinde tesis ettiği bürokratik denetim ve vesayet buna dayanıyor. Maksat, “yanlış”ları frenleyip düzeltmek.
Neye göre yanlış? Elitlerin ideolojisine göre.
İhtilâl ve müdahalelerin hep “Atatürk ilke ve inkılâpları elden gidiyor” iddiasıyla yapılması, bu ideolojinin kaynağı olan adresi ortaya koyuyor.
Yargıtay'ın bir önceki Başkanının “Adalet devletin temelidir” prensibini dahi Atatürk ilkelerine dayandırıp, “Bu ilkeleri koruyup kollamak yargının en önemli görevidir” demesi, bu olguyu yargıya bakan boyutuyla yine gözler önüne seriyor.
Devleti ve ideolojisini koruyup kollamayı, hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan adaleti tecellî ettirme görevinin önüne geçiren bir anlayış, bu beyanlarda bir defa daha kendisini gösteriyor.
Özellikle 28 Şubat döneminde yargı cenahından yoğunlaşarak sâdır olan ideolojik tavır ve kararlar da, hukuk devleti ve adalet adına son derece düşündürücü ve endişe verici tezahürler olarak bu durumun somut örneklerini veriyor.
Aslında bu konu, demokrasimizin en derin ve temel ikilemlerinin başında geliyor. Demokrasi gelişip halkın görüş ve tercihleri ağırlık kazandıkça, ilke ve inkılâplar dayatması zaafa düşüyor.
Zorlanıp iyice sıkıştıkları noktada da, demokrasiyi rafa kaldıran ihtilâller devreye sokuluyor.
Aslında “Demokrasi mi, ilke ve inkılâplar mı?” ikilemini aşmanın yolunu, Said Nursî 1946’da devrin CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta “İnkılâp kusurlarını, o inkılâpları yapan birkaç adama yükleyip bu ağırlıktan kurtulun, o kusurların yol açtığı tahribatı tamire çalışın, din ve milletle barışın” mealindeki tavsiyesi ile ortaya koymuştu.
Bu tavsiyeyi siyaset diline aktaran isim ise, DP hükümetinin Başbakanı Adnan Menderes oldu.
İnkılâpların halka mal olanlar ve olmayanlar şeklinde tasnif edilip, mal olanlarla devam edilmesi, olmayanlarda ısrar edilmemesi ve onlardan vazgeçilmesi gerektiğini söyledi Menderes.
Hazin âkıbetinin asıl sebebi belki de buydu. Fanatik Kemalistlerin tabularına dokunduğu için onların nazarında bağışlanması imkânsız bir “cürüm” işlemiş ve cezasını önce iktidardan devrilip, sonra darağacına çekilerek ödemek durumunda bırakılmıştı.
Oysa söylediği şey gayet demokratik, mâkul ve gerçekçiydi; halen de uygulanmayı bekliyor.
Türkiye’nin ihtiyacı, ilk olarak Bediüzzaman’ın gündeme getirdiği ve ardından Menderes’in seslendirdiği formülü hayata geçirmek:
En önemli inkılâp olan cumhuriyete sahip çıkmak, laikliği din hürriyetinin teminatı haline getirip dine yönelik bütün baskı ve engelleri kaldırmak, bid’aları tasfiye ve şeairi ihya etmek.
YARIN: kemalizmin YENİ PAYANDALARI
KÂZIM GÜLEÇYÜZ