Dalgalarının koyu karanlığı geliyor kulaklarıma.
Hırçın, derin ve her daim kıpırtılı... Yeknesaklığı kabul etmeden hep hareket ve kıyılara başkaldırı... Rengin flu, ruhun engin.. Hep bir sancının sıkıntısı, varoluşun sicim sicim gözyaşları.. İçimi bulduğum sen miydin, yoksa sen mi döktün içini içime, anlayamadım. Belki de hiçbir zaman anlayamayacağım. Hep meçhulüm kalacaksın. Yâdımda, hatıralarımda meçhulüm olarak gezeceksin.
Dalgaların derinleşecek yer yer. Bazen kendimi bulduğum, bazen seni yitirdiğim koyu gizeminde, hep seni arayacağım. Rengini benzetemeyeceğim hiçbir renge. Hiçbir kalıba girmeyecek, hiçbir renkten olmayacaksın belki ömrünce. Bir gemi kalkacak hergün limanından. Güvertesinde umut, yükünde çile olan. Kimseye eyvallah etmeyen, kimseden de eyvallahı olmayan bir gemi... Nereye gittiği belli olmayacak; nereye, kimlere, ulaş(tır)dığı da.. Ama hiç bıkmayacaksın bu gemiyi hergün sonsuza uğurlamaktan. Çünkü sen ufku açık, içi dertli, gönlü hüzünlü nağmesisin Anadolu’nun. Sen Karadeniz’sin.
Hırçınlığın, öfken, yüreğinde sükûnete izin vermiyor gibi. Yumuşacık dalgaların bile ıslatır çoğu kez. Belli olmaz ne zaman ne yapacağın. Yavaş yavaş gelir ve bir anda çarparsın kıyılara. Sırılsıklam edersin. Herkes yüzemez sularında bu yüzden. Her gönlü almazsın içine kolay kolay. Her gönül anlamaz seni. Heybesinde seninle aynı yük olanları, bir de seni çözmüşleri çağırırsın. İlmini çözmek nasip olmadı bana. Anca kumlarında yürüdüm, deniz kabuklarını topladım sahilinden, bir de derinliğini izledim hep. Sana baktıkça içim genişledi, içim genişledikçe sana baktım. Derinliğin, sessizliğin içimde hep bir sonsuzluk dokudu. Sen, yüreği sende olanlarla hemhâl olurken, ben hep karşıdan izledim seni. Dalgalarının ruhuma sindirdiği derin izleri hiç unutmamayı umarak...
Özellikle fırtınalı zamanlarında tercih ederdim yanına gitmeyi. Sahilde bir bankta oturup, öfkeli dalgalarının kayalara çarpışını ve etrafa yayılmasını izlemek değişik bir haz verirdi bana. Sanki sen değil de ben yayıyordum dertlerimi etrafa. Ben dağılıyordum köpük köpük. Senin hırçınlığın benim içimdekilerin örtüsü gibiydi. Sen dağılıyordun, öfkeleniyordun; ben toplanıyordum. Mutmain bir ruh olup dönüyordum evime.
Şimdi senden kilometrelerce uzaktayım. Bazen sesin gelir kulaklarıma. Bazen de hiç sebepsiz aklıma düşersin. Sen, kıyıların ve dostlar. Gencecik bir kıza kol kanat geren, onu yalnız bırakmamak için çırpınan aziz dostlar. Ne isimlerini, ne de yaşadıklarımızı unuttum. Hepsi bir yâd-ı cemil olarak zihnime nakışlılar.
Bir yerlerden soğuk bir rüzgâr estiğinde, gri bulutları pencereme her konuk ettiğimde tellerin titreşir yüreğimde. Sevdiklerine hasret ve özlem duyan bir yalnızlık çalar kapımı. Ve aslında hırçınlığının kaynağını duyarım, duyurmak istemediğin kelimelerinden.. Sessizliğin dilini, anlatılamayanların çığlığını duyanlar, yoklukta varlığın yalnız düşleri... Sesini gönül duvarından dinleyenler, bu ağır hamulenin nihaî hameleleri...
Ne kadar zor olsa da bir şahit bırak ardında. Kumunun, taşlarının, dalgalarının hikâyesini anlatsın senden sonrakilere. Dillendiremediklerini söylesin, ağlayamadıklarını aktarsın. Ve bir kuş bırak yüreklere. Vatanına hasretinin türküsünü okusun. Bir damla yaşın sığdıramadığını sığdırsın zihinlere. Bir mum alevi olup yaksın kendini, için için erisin. Eriyerek getirsin aydınlık sabahları. Baharın karları eriten güneşi çıkıp her yeri ısıttığında, senin adın anılsın bir yerlerde. Belki malûm, belki meçhul bir tazelik olsun işte. Bütün kuraklıklara inat...
Bir naif rüzgâr ol sonra. Yüreğindeki sevdanı yudumlayanlar, ıztırabın binbir türlüsüyle sermestken, bir inşirah düşür gönüllerine. Mahzun olmasınlar, ümitsizliğe kapılmasınlar. Sürekli hareket halinde oluşun meyveleri olsun ellerinde. Meçhul bir zamanın meçhul yolcusu deyip sussunlar.
Gönüllerinin ufkuna yürüyene dek...