"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ucb ve gurur marazı

Hüseyin GÜLTEKİN
05 Kasım 2012, Pazartesi
İnsanın bazı kabiliyetleri, istidatları onu tehlikelere atar mı? Bize verilen bazı özellikler, güzellikler bizi doğru yoldan saptırıp, azgınlığa sevk eder mi? Sıradan insanlardan bizi ayıran, ön plana çıkaran, bazı çaba ve başarılarımız bizi bazen beklenmedik vartalara, yanlışlara düşürür mü? Bu ve benzeri sualler çoğaltılabilir.

Evet kendimizden menkul vehmettiğimiz ve bizi vitrinlere çıkaran, teveccüh-ü âmmenin celbine vesile olan kabiliyetlerimizin, özelliklerimizin, güzelliklerimizin birer ikram-ı İlâhî, birer nimet-i Rabbânî olduğunu kabullenmediğimiz müddetçe saymaya çalıştığımız o hasletlerin hepsi hayra değil şerre; doğruya değil yanlışa sevk eder.
Bize verilen maddî ve manevî nimetlerin birer ihsan-ı İlâhî olduğunu; bunlarda zerre kadar bir irademizin, bir iktidarımızın bulunmadığını derk etmedikçe, var olan bütün güzel hasletlerimizin bizi tehlikelere, hatta helâketlere atma ihtimali kavidir.
Evet şeytan ve nefis her zaman soldan yaklaşmaz. Bazen de sağdan yanaşarak, insanı şaşırtarak yoldan çıkarmaya çalışır. “Çok kabiliyetli bir insansın... Senin gibi hatip zor bulunur... Senin kadar hizmet eden yok… Tecrüben emeğin çok... Değerin bilinmiyor...” gibi nefsi tahrik ve teşvik eden insî ve cinnî fısıltılara kulak veren insanlar, bu gibi teşviş edici telkinlerin nefis ve şeytandan gelen vesveseler olduğunu fark edip, kulağını, aklını ve kalbini hemen bu gibi fısıltılara kapatmasa, nefis ve şeytanın tuzağına her an düşebilir.
Böyle yapmayıp, insî ve cinnî şeytanların telkin ve fısıltılarına kulak kabartıp, kendisinde var olduğuna inandığı bazı kabiliyetlere, özelliklere, hasenatlara güvenip, hareket etmeye karar verirse, tam da nefis ve şeytanın tuzağına düşmüş olur. Böyle bir duruma düşen insan istemeyerek de olsa ucb ve gurur marazına yakalanmış demektir. Bir nevî ameline güvenmek, hasenatlarına itimat etmek, kendisini mükemmel görmek demek olan ucb illeti beraberinde kibir ve gurur hastalığını getirir. Bu hastalıklara düçar olan insan, artık çevresindeki insanları küçük görmeye, onlara tepeden bakmaya başlar. Hatta mensubu bulunduğu dâvâ arkadaşlarını da küçümsemeye, değersiz görmeye yeltenir. Ucb ve gururun pençesine düşen hemen her insanda zamanla meyl-i tefevvuk, yani herkesten kendisini üstün görme hissi ön plana çıkar. Bunun bir sonucu olarak böyle insanlar bulundukları toplumda, camiada, cemaatte herkesten farklı ayrıcalıklı bir mevki, bir imtiyaz, bir saygı, bir iltifat beklentisine girerler. Beklentilerine bir karşılık görmeyince huzursuz olurlar ve huzursuzluk çıkarmaya başlarlar. Böyle bir halet-i ruhiye içine giren insanlar çoğu zaman bulundukları toplumda yalnız kalmayı kabul ederler ve genellikle bir cemaatle beraber hareket etmekten ziyade yalnız başlarına, ferdî olarak bir şeyler yapmayı tercih ederler.
Demek oluyor ki Yüce Yaratıcı tarafından verilen bazı kabiliyetler, bazı özellikler, bazı hasenatlar müsbet yönlere kanalize edilip, o nimetleri, o hasletleri ihsan edenin rızası dahilinde istimâl edilmese tehlike riski kavîdir. Verilen o önemli nimetler nikmetlere dönüşür ve sahibini felâketlere düşürür.
Bu çeşit tehlikeli tuzaklara düşmemenin tedbir ve çareleri elbette vardır. Öncelikle ucb ve gururu akla getiren söz, hâl ve hareketlerden şiddetle kaçınmak gerekir. Birer nimet, birer ikram olarak verilen kabiliyetlerimiz, hasenelerimiz, özelliklerimiz, amellerimiz, takvamız bizi hiçbir zaman havalara sokmamalı, çevremizdeki insanlardan bir hürmet, bir imtiyaz beklentisine götürmemeli. İlmimiz, amelimiz, din-i mübine olan hizmetlerimiz, emeklerimiz ayrıcalık ve imtiyaz beklentilerine bizi sevk etmemeli. Beraber kudsî bir dâvâ etrafında ifâ-i hizmette bulunduğumuz ihvanlara karşı tam bir mahviyet ve tevazu içinde olmalı. İhlâs ve uhuvvet düsturlarına ittibada titiz davranmalı. Böyle olursa Yüce Yaratıcı tarafından verilen hasenelerin, kabiliyetlerin, hizmetlerin, özelliklerin bir kıymeti, bir değeri olur ve o sayede ucb ve gurur illetlerine yakalanmamış oluruz.
Burada bizim için iyi örnek, Bediüzzaman’dır. O büyük insan, onca ilmine, onca feyiz ve faziletine, din-i mübine olan onca hizmetine ve saymakla bitiremeyeceğimiz gıpta edilecek istidat ve kabiliyetlerine rağmen, tevazu ve mahviyeti ön planda tutarak; “Sen ey riyâkâr nefsim! ‘Dîne hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir (günahkâr) bir adamın eliyle de kuvvetlendirir. (Hadîs-i şerif: Buhârî, 8:88.)’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir [günahkâr adam] bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i san'at bil, ucb ve riyâdan kurtul” gibi samimî ifadelerle örnek bir mürşid olarak önce gönüllerde taht kurdu, sonra da eşsiz Nur Külliyatı’nı bütün insanlığın istifadesine sunarak milyonlarca insanın necatına, hidayetine vesile olarak tarihlerdeki yerini aldı.

Okunma Sayısı: 1678
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı