İman nûru, başta “âlemlerin Rabbi” olan Allah’a olmak üzere bütün iman esaslarına inanmaktan kaynaklanan, daha doğrusu kulun bu noktada ortaya koyduğu iradesine bağlı olarak kalbe “ilka” edilen bir nûr, bir manevî ışık ise buna en mükemmel şekilde sahip olan zirve şahsiyetin Hz. Muhammed (asm) olduğundan hiçbir şüphe yoktur.
O insan olarak ve insanlığına kulak vererek, zaman zaman tefekkür etmek için çekildiği Hira Mağarası'na son gelişinde (610 yılı) “oku!” sesiyle birlikte korku ve şaşkınlık içinde irkildi. Semaya baktığında, ilk defa “nûr”u gördü. Cibril-i Emin’i, vahiy meleğini. “Bütün ufku kaplamış bir nûr” olarak. Sonra o nûr, yani o melek ona sık sık gelerek Mutlak Nûr olan Allah’tan mesajlar getirmeye başladı. Hz. Muhammed (asm) bazen o nûru müşahede ediyor, bazen sadece sesini işiterek ilâhî mesajları alıyordu. Bazen de o melek beyaz elbise içerisinde, temiz ve nûranî bir insan şekline bürünerek geliyordu.
Resulullah (asm) ilâhî vahyi getiren meleğin nûranî olduğunu, nûrdan olduğunu biliyordu, görüyordu. Kendisine gelen mesajların mânâ, ruh ve muhteva olarak yine nûranî olduğunu, her şeyi pırıl pırıl aydınlattığını biliyordu, yaşıyordu. Bu ilâhî nûrlar sayesinde bütün organlarının ve duygularının bu nûr ile dolduğunu biliyordu, hissediyordu. Hatta bir defasında safların düzgün tutulmasını emrederken, “Yemin ederim ki ben (başımın) arka kısmıyla da görüyorum” (Buhari, “Salât”, 40) buyurarak bu sırra işaret ediyordu.
Resul-i Ekrem (asm) bu nûr ile oldukça, bu nûr ile doldukça nûranîliği artıyor, hatta ışığın gölgesinin düşmediği gibi onun da mübarek bedeninin gölgesi yere düşmüyordu.
Yüzü o kadar nûranî idi ki, insanların güneşe bakamadığı gibi ya da bakmaya çalışınca gözlerinin kamaşması gibi, sahabe de ona bakamıyor, bakmaya çalıştığı zaman gözleri kamaşıyordu. Kimilerine göre yüzü ayın on dördü gibi parlıyor, kimlerine göre, hayır ay gibi değil, güneşin parladığı gibi parlıyordu. O, sureten olduğu gibi sireten de “nûr” idi. Güzel ahlâka ait bütün ilkeler hayatında “nûr” gibi parlıyordu.
Nihayet ubudiyetiyle sergilediği muhteşem tavra karşı (kurbiyet), peygamberliğinin on birinci yılında Mi'raca mazhar kılınarak (akrebiyet), mahiyetini asla anlayamayacağımız tarzda yetmiş bin perde arkasından Mutlak Nûr’a muhatap oluyordu. Bütün varlığı ile O’na “mülâki” oluyor, O’nun huzurunda duruyor, O’ndan mesaj alıyordu. Sadece gözü değil, bütün hissiyatı ile öyle bir hale mazhar olmuştu ki, meselâ, kulağıyla –kendisinin ifade ettiği gibi- kader kaleminin cızırtılarını duyuyordu.