19. yüzyıl sonunda İngiliz Parlamentosuna hitap eden Müstemlekeler Bakanı elindeki Kur’an’ı göstererek, “Bu kitap Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız; ya Kur’an’ı ellerinden almalıyız, ya da Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız” demişti. Aşağı yukarı çeyrek asır sonra bu planın Türkiye’de tatbikine başlandı.
Buna karşı İlahî bir tavzifle eşzamanlı olarak ortaya çıkan “Kur’an’ı müdafaa” hizmeti Bediüzzaman Said Nursî’nin etrafında şekillendi. Onun birbiri ardı sıra telif ettiği eserlere toplum da sahip çıktı. Risaleler elle çoğaltılarak bütün Türkiye’ye yayıldı. Devlet baskısının had safhaya ulaştığı o alabildiğine zor ve namüsait şartlarda Said Nursî’nin başlattığı Risale-i Nur hareketi, hiçbir resmî organizasyon şemasına sığmayan ve böyle birşeye ihtiyaç da duymayan fıtrî ve insiyakî bir “iman, fikir ve gönül seferberliği” halinde inkişaf etti.
Osman Yüksel Serdengeçti “Said Nur ve talebeleri”ni şöyle tarif etmişti: “Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir davaya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.” (Tarihçe, s. 546)
Varlığını ve hayatiyetini şeklî organizasyon ve müesseselere bağlama ihtiyacı duymayan bu inanç ve fikir hareketi, hiçbir hal ve şartta sarsılmayan gücünü bu özelliğinden alıyordu. Formül iman kurtarma, hedef Allah rızası idi. Bu temel üzerinde yapılan ihlâslı çalışmalar nesilleri Kur’an’dan uzaklaştırma hesaplarını bozarken, bu yöndeki yoğun çabaların sebebiyet verdiği tahribatı da büyük ölçüde tamir etti ve zamanla, hayatın diğer alanlarında da tesirini göstermeye başladı.
Öyle ki, 30’lu ve 40’lı yıllarda ülkenin üzerine çöken koyu istibdat karanlığının 46 şafağı ile aşılmaya başlanması dahi bu manevî hizmetlerle doğrudan irtibatlıydı. Çünkü insana Allah’tan başkasına kul olmama şuurunu kazandıran iman hizmeti, hürriyetin de sağlam ve sarsılmaz temelini inşa ediyordu.
Sonuçta Türkiye, demokrasi ve hürriyet dönemine kavuştu. Ama “nazenin hürriyet”e kavuşmak yetmiyordu, onu sürekli kılmak ve geliştirerek korumak da gerekiyordu. Bunun ölçü ve parametrelerini ise yine Bediüzzaman göstermişti. Demokrasinin 1950’den bugüne maruz kaldığı darbe ve inkıtalarda, toplum olarak bu parametrelere itibar edilmeyişinin çok büyük rolü var. Toplum, başına gelenlerde kendi hatalarının payını görmeli ve doğru dersler çıkarmalı ki, çıkış yolunu bulabilsin.