İhtilâf ü tefrika endisesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni
İttihadken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni.
Bunlar, ömrünü ittihad-ı İslâm, Müslümanların birlik ve beraberliği idealine adayan Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in meşhur beyitleri.
Sultan bu beyitlerde, milletin ihtilâf ve ayrılıklara düşeceği endişesinin kendisini kabirde dahi tedirgin ve rahatsız edeceğini; düşman saldırılarını püskürtmenin tek çaresi yekvücut halde birleşip sarsılmaz ve aşılamaz bir ittihad oluşturmak iken milletin bir araya gelememesi ihtimalinden duyduğu ıztırabı dile getiriyordu.
Bu manalar, son çağın büyük İslâm âlimi, mütefekkiri ve müceddidi Bediüzzaman Said Nursî’nin lisanında da etkili bir üslûpla ifadesini buldu.
Mü’minleri tevhid inancının getirdiği müşterekliklerde birleşmeye çağıran Bediüzzaman’ın en çok üzüldüğü hususlardan biri, aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı kitaba inanan insanların sudan sebeplerle ihtilâfa düşmeleriydi.
Bu ihtilâfın ortaya çıkardığı manzaraya tepkisini ise, bilhassa Uhuvvet ve İhlâs Risalelerinde dile getirmişti.
Söz gelişi, haricî düşmanların hücumu zamanında dahilî ihtilâf ve düşmanlıkları bir kenara bırakmak kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu ve en bedevî kavimler dahi bunun gereğini yaparak, en azından düşmanın taarruzunu def edinceye kadar ittifak ettikleri halde, İslâm cemaatine hizmet dava edenlerin, İslâma ve Müslümanlara hücum etmek için birbiri ardı sıra dizilmiş pek çok düşman varken, dahilî anlaşmazlıklarını sürdürüp düşmanın işini kolaylaştırmalarını, “sukut, vahşet ve hıyanet” olarak niteleyen ağır ifadelerle eleştirdi.
İslâmı ve Müslümanları hedef alan taarruzların her birine karsı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti alma mecburiyeti varken, âdeta düşman İslâm kalesine girsin diye içeriden kapıları açmaktan farksız bir tavırla iç ihtilâfları sürdürme inadı için “Hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?” diye sordu.