Tarih boyunca imanla küfür arasında cereyan eden mücadelenin, ahirzaman olarak nitelenen çağımızda daha da şiddetlenerek devam ettiği ve edeceği, bir gerçek.
Bu mücadelede hedeflenen neticeleri alabilmek için her yola başvurulacağı ve insanların bilumum zaaf ve boşluklarının kullanılıp değerlendirilmek isteneceği de.
Onun için her an çok dikkatli ve müteyakkız olunması icap ediyor.
Bu da yetmiyor. Şahsî plandaki dikkat ve teyakkuzun ötesinde, sağlam ve sarsılmaz hakikat ve ölçüler üzerine bina edilmiş güçlü bir şahs-ı manevînin şemsiyesi altına girmek gerekiyor.
Ferd dâhî de olsa, tek başına hücumları göğüsleyemez. Vâki saldırılara dayanabilmek ve daha da ötesinde onları püskürtebilmek için, mutlaka muhkem bir cemaat dayanışmasına ihtiyaç var.
Cemaat deyince de, kesinlikle şahıs eksenli hareketleri anlamamak lâzım.
Hiçbir şekilde şahsı ön plana çıkarmayan, şahs-ı manevî manasını mutlak manada hâkim kılabilmiş ihlâslı, yekvücut, mütesanid beraberlikler gerekiyor.
Çünkü derinlere kök salmış, manevî bağlarla tahkim edilmiş, her meselenin hakkı verilerek yapılan meşveretlerle sonuca ve karara bağlandığı, İlâhî bir istihdamla ihlâs ve tesanüd manaları üzerine bina edilmiş bir şahs-ı manevîyi hiçbir fitne veya dayatma çökertip dağıtamaz.
Bu ölçülerin ısrarla vurgulandığı Risale-i Nur Külliyatını okuyan insanlar tarafından teşkil edilen şahs-ı manevînin, başından beri bir numaralı hedef olmasına rağmen, bütün baskı, dayatma, tuzak, fitne ve komploları boşa çıkararak hizmete devam edebilmesinin sırrı işte burada.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatından sonra Nur hareketinin zaafa düşüp dağılmak şöyle dursun, daha da güçlenerek dünyayı kucaklar boyuta erişmesinin de.
Ne mutlu o şahs-ı manevî sırrına erenlere...