Hiç hesapta görünmez iken, defakto sonucu kendini bir anda savaşın ortasında bulan Osmanlı Devleti, Sultan-Halife Mehmed Reşad'ın 23 Kasım 1914 tarihli fermânıyla Cihad Fetvâsı ilân etti.
Şeyhülislâm Ürgüplü Hayri Efendinin hazırlatmış olduğu ve bazılarınca "Cihad-ı Ekber" diye de isimlendirilen cihad fetvâsı, Fetvâ Emini Ali Haydar Efendi tarafından Fatih Camii avlusunda toplanan asker ve sivil kalabalığa hitaben okundu.
Bilâhare bir beyannâme ile matbu olarak da neşredilen ve dünyanın hemen her tarafındaki Müslümanlara dağıtılması istenen bu cihad fetvâsı, hemen hiçbir ülkede makes bulmadı.
Zira, eskiden farklı olarak, Osmanlı tek başına bir İslâm devleti hüviyeti ile küffara karşı savaşmıyordu. Yanında veya onun müttefiki durumunda olan gayr-ı müslim devletler de vardı: Avusturya ve Almanya gibi…
İşte, hem bu durumdan dolayı, hem ihtiyar devletin yaş haddinden dolayı, hem de istikametin büyük ölçüde bozulmuş olmasından dolayı, fetvaya ve fermana rağmen, İslâm ümmetinin vahdet ve ittihadı bir türlü sağlanamadı. Neticesi de, haliyle pek vahim oldu.
Savaşın ağır bir mağlûbiyetle neticelenmesindeki dış sebeplerin başında, hiç şüphesiz İslâmiyete düşmanlık üzerine kurulu olan “İngiliz siyaseti”nin savaş coğrafyasında, özellikle Ortadoğu’da etkili rol oynaması geliyor. Savaş başladıktan sonra da, hemen her cephede Osmanlı’nın karşısında İngilizler ve onların sömürge askerleri vardı.
Meselenin mânevî boyutu
Birinci Dünya Savaşı’na girişimize dair bu yazı serisi içinde, ağırlıklı olarak maddî tarih nazarında yaşanan gelişmeler ve zahirde görünen sebepler üzerinde durmaya çalıştık. Muhtelif kaynaklı bilgiler gibi tahliller de haliyle bu çerçevede yoğunluk kazandı.
Esasen, umuma hitap noktasında konunun işleyişi öyle olmak, öyle gitmek durumunda.
Bunu peşinen vurgulamakla beraber, her meselede olduğu gibi bu konunun da mânevî bir boyutu ve bir kaderî hikmet ciheti olduğunu hatırlatıp öyle devam etmek istiyoruz. Şöyle ki: On Sekinci Lem’âda da genişçe tahlili yapıldığı gibi, bir Hadis-i Nebevî’de meâlen şöyle buyruluyor: Ümmetim istikamet üzere giderse, ona bir gün var. Gitmezse, ona yarım gün var.
Yorumlar şöyle: Burada “bir gün”den kasıt, bin yıl demektir. Dolayısıyla “yarım gün” de beş yüz seneye tekabül ediyor.
Resûl-i Ekrem (asm), İslâmiyetin istikametle hakimiyet müddetine işaret ediyor. Buna göre, o istikametli hakimiyetin ilk beş yüz senesi Araplar ve özellikle Abbasiler eliyle sağlanmış. (Fetret zamanları hesap dışı tutulmuş.) Bin yıllık müddetin diğer beş yüz senesini de Türkler ve bilhassa Osmanlılar sağlamış görünüyor. (Burada da fetret dönemleri yine hariç tutulmuş durumda.)
İşte söz konusu Hadis-i Şerifin mânasından anlaşıldığı üzere, devlet ve saltanat şeklindeki hakimiyet, Osmanlı Saltanatının son bulmasıyla sona ermiş oluyor. Bu maddî hakimiyetin ardından, manevî hakimiyet devresi başlıyor ki, Üstad Bediüzzaman, bu noktayı aynı kısma (28. Mektup) derc etmiş olduğu şu yorumuyla izah ediyor: “Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde (1914), bir vakıa-i sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım.
Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. ...O hâlette iken, baktım mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et! Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak.”
İşte, burada işaret edilen kritik tarihin başlangıcı, Osmanlı’nın Birinci Dünya Harbi’ne girmesidir ve özellikle bu yöndeki “Cihad-ı Ekber” mânasında bir fetvâ metninin 23 Kasım 1914 tarihinde İslâm âlemine yönelik olarak dünyaya ilân edilmesidir.
Hadis-i Şeriften alınması gereken ders ise, maddî cihetten hakimiyet sağlamaya çalışmaktan ziyade, fikrî ve mânevî cihetiyle dünya çapında ve insaniyet âleminde Kurân’ı ve İslâmı hakim kılmaya çalışmak olmalı.