Ezan'dan sonra Kur'ân okundu
Türkiye Cumhuriyetinin totaliter ilk 27 yıllık devresinde (1923–50), Muhammedî Ezan gibi, Kur'ân–ı Kerim'in okunması da yasaklanmıştı.
Ezan üzerindeki kànunî yasak, 1950 senesinin16 Haziran'da kalktı.
Bu gelişme, flaş haber olarak radyo vasıtasıyla halka duyuruldu.
O gün, kesilen kurbanlar eşliğinde ve hasret yüklü gözyaşları içinde yurdun her tarafında Ezan–ı Muhammedî okunmaya başlandı.
Sıra, Kur'ân–ı Kerimin serbestçe ve bilhassa radyodan okunmasına gelmişti.
Bu mutlu ve kutlu gelişme ise, 8 Temmuz (1950) günü yaşandı. Az sayıdaki radyonun başında toplanan Müslüman halk, o gün ilk kez radyodan Kur'ân tilâvetini dinliyordu.
Canlı şahitlerin anlattıklarına göre, yıllardır Kur'ân sesine hasret kalanlar, radyodan yayılan hafızların hazin sesini dinlerken, iradeleri dışında hıçkıra hıçkıra ağlıyor, adeta gözyaşlarına boğuluyorlardı.
Hazro'da öğretmenlik yaptığımız dönemde (1976), o günlerin havasını bütün zerratıyla yaşayan Yazgı (Barkuş) köyü imamının anlattıkları, bugün gibi hafızamda tazeliğini koruyor. Olup bitenleri adeta yeniden yaşarcasına anlatırken, onu dinleyenler de aynı müşterek duygunun rüzgârına kapılıyordu.
Genç öğretmenlere "Kardeşlerim, evlâtlarım!" diyerek sesleniyor ve üstüne basa basa şunu söylüyordu: "Şeflik devrinde ezan yasak, Kur'ân yasaktı. Demokratların iktidara gelmesiyle birlikte, ezan da, Kur'ân da hapisten kurtuldu. Ümmet–i Muhammed'in çeyrek asırlık hasreti bitmiş, elemi sevince inkılâp etmişti. Ortalık bayram yerine dönmüş, her tarafta kurbanlar kesiliyordu. Demokratların bu hizmetini sakın ola unutmayın, sakın ola küçümsemeyin.”
Cebrî, keyfî müdahale vardı
Evet, 1950’den evvel, Türkiye sınırları içinde sadece Ezan-ı Muhammedî değil, Kur'ân-ı Kerim’in okunması da yasaktı.
Bu yasak uygulaması o derece ile safhaya götürülmüştü ki, bırakın ezanın cami minaresinden okunması, cami içinde gizlice, yani yavaşça okunmasına dahi müsaade edilmiyordu.
Meselâ, cami içinde sadece cemaatle namaz kılmak için gelenlerin duyacağı şekilde okunan ezan ve kamet şekline dahi müdahale ediliyordu.
Nitekim, böylesi bir vak'a 1932 senesinde Barla'da yaşandı. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin gidip cemaatle namaz kıldığı bir mescide, jandarma tarafından baskın yapıldı. Orada müezzinlik yapan Şemî Güneş'le birlikte iki–üç kişi daha derdest edilerek Eğirdir Hapishanesine götürüldü. Orada falakaya yatırılan bu mazlûmlara işkence çektirildi. Ardından, bundan böyle Arapça ezan ve Kur'ân okumamaları yönünde telkin ve hatta tehditlerde bulunuldu.
Yine aynı dönemin canlı şahitlerinden, bizzat görüştüğümüz 1913 doğumlu Hüseyin Bülbül, Barla'da çocuklara Kur'ân dersi veren Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin defalarca karakola şikâyet edildiklerini, mani olamayınca da bu kez onlara iftira edilmeye başlandığını ifade etti.
İşte, Kur'ân-ı Kerim'in Muhammedî ezanla birlikte yasaklanması bu tarihlerde (1932) başladı ve bu emsâlsiz yasak tam 18 yıl devam edip gitti.
Yasakların kalktığı radyolardan duyurulunca, bu mukaddes seslere hasret kalmış mü'minler, sevinçten adeta gözyaşlarına boğuldu.
14 Haziran 1950 tarihli Hürriyet gazetesinin haberi.
Şiddetli rahatsızlık başladı
1950 seçimlerinden iktidara gelen Demokrat Partinin icraatları cümlesinden olarak, Ezan-ı Muhammedî ve Kur’ân serbestçe okunmaya başlandıktan sonra, bu gelişmelerden fikren rahatsız olan Halkçılarla siyaseten rahatsız olan Milletçilerin şiddetli salvolarına hedef olmaya başladılar.
Halkçılar, otuz yıllık saltanatları yıkıldığı için, kızgın ve öfkeliydiler. Saldırıya geçmeleri normaldi. Ticaniler üzerinden kumpas çevirmeleri ise, ibret-i âlem bir manzara teşkil ediyor.
Milletçiler ise, Demokratları kendi iktidarları için en büyük engel olarak gördüklerinden, en az Halkçılar kadar hırçın ve öfkeli davranıyorlardı.
Bu “dost” görünümlü cephenin içinde yer alan Büyük Doğu, Sebilürreşad, Milliyetçiler Derneği ile İslâm Demokrat Parti çevreleri, tam bir ittifak ile Demokratlara saldırıyor, onların Halkçılardan bile daha kötü ve çok daha zararlı olduklarını neşriyat yoluyla âleme ilân ediyorlardı.
Malatya Hadisesiyle oyuna getirildiği de kesinleşen bu asabî kesim, alabildiğine hırçın bir dil ve son derece tahrikkâr bir üslup kullanmaktan geri durmadı.
Onların nazarında “aşk-ı siyaset” diye özetlenebilecek bir iktidar tutkunluğu “aşk-ı İslâmiyet”ten daha mühim, daha üstün bir hale geldi..
Yakın Tarih serisinin ileriki bölümlerinde, bu acip tavırlarının örneklerini göreceksiniz.
Demokratlara saldırı hazırlığı
Milletçilerin daha ilk başlardan itibaren sergilemiş olduğu “Demokrat karşıtlığı” şeklindeki tutum ve davranış biçimi, bu partiyle aynı paralelde ve aynı mantık çerçevesinde hareket eden yeni versiyon partiler tarafından da yıllar yılı devam ettirildi.
Onlara göre, en büyük muarız Halkçılar değil, siyaset sahnesinden silinmesi gereken Demokratlardır. (Merhum Zübeyir Gündüzalp’in tâbiriyle, bunlar Halkçıların dindarları ve milliyetçileridir. Yani, Atatürkçü dindar ve milliyetçiler.)
Nitekim, Millet Partisinin yayın organı mahiyetindeki neşriyat organlarında, tâ o tarihlerden günümüze kadar gelen süreçte, hep şu mânâdaki bir anlayışın yer aldığını görmekteyiz: "DP ile CHP'nin bir birinden farkı yok. Al birini vur ötekine. Hatta DP daha fenadır."
İşte bu Milletçiler cenahı, "Aman ha! Halk Partisi karşısında bölünmeyelim; oylarımızı sakın ha bölmeyelim!" gibi bir endişeyi asla taşımamışlardır.
Dolayısıyla, kendilerine de böylesi bir endişe ile yaklaşılması gerekmez. Zira, hem bunun kıymetini bilmezler, hem de böylesi bir teveccühü hak etmiyorlar.
Onların en büyük arzu, iştiyak ve faaliyetleri, Demokratları bölmek, parçalamak ve mümkünse siyaseten bitirmekten ibaret.
Bunu başarmaya "CHP+Ordu"nun gücü yetmedi; acaba, Milletçilerin gücü yetecek miydi?
Bir sonraki yazıda, bu cepheden DP’ye yönelik yapılan yaylım ateşine bakalım.