Dün, fikir ve edebiyat dünyasının bir cesur şahsiyeti olan Cemil Meriç’i vefat yıldönümüydü. Bugün ise, bir başka cesur şahsiyet olan “efsane avukat” Bekir Berk’in vefat yıldönümü.
Birçok yönüyle örneklik teşkil eden her iki zâta da Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diliyoruz.
Her vesileyle başka bir yönünü nazara vermeye çalıştığımız Av. Bekir Berk’in, bugün vaktiyle İzmir ve Ankara’da yapmış olduğu cesûrâne müdafaasından birer bölüm aktarmak arzusundayız.
*
Hem Üstad Bediüzzaman’ın, hem eserleri olan Risâle-i Nur’un, hem Nur Talebelerinin, hem de sâir mazlumların avukatı olan Bekir Berk, uzun süren bir hastalık ve tedâvi müddetinin ardından 14 Haziran 1992’de İstanbul’da vefat etti. Mezarı Eyüp Sultan Kabristanı’nda, saff-ı evvelden olan Nur Talebelerinin yanındadır.
Tedâvi esnasında, acizâne ziyaretinde bulunduk. Vefat haberini de ilk duyanlardan biri olduk. Ayrıca, hem Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazına katıldık, hem de on binlerce kişinin iştirakiyle yürüyerek Fatih’ten tâ Eyüpsultan Kabristanı’na kadar giderek, oradaki defin merasiminde bulunma şerefine nâil olduk. Her iki yerde de ogün mahşerî bir kalabalık vardı.
*
Üstad Bediüzzaman’ı tanıdıktan ve Nur Risâlelerini okuduktan sonra bütün hayatını iman, Kur’ân ve ehl-i İslâmın müdafaasına adayan Av. Bekir Berk’in birçok yerde olduğu gibi İzmir ve Ankara’daki mahkemelerde yapmış olduğu müdafaalar da birer hukuk destânı gibidir. Şimdi o iki müdafaadan kısacık birer bölüm takdim edelim.
12 Mart 1971 Muhtırasından sonra sıkıyönetim ilân edildi. Bu dönemde birçok Nur Talebesi gibi Av. Bekir Berk de yapılan bir baskın sonucu yakalandı ve mahkemeye sevk edildi. Mazlûmlarla birlikte çıkarılmış olduğu İzmir’deki mahkemede şu savunmayı yaptı:
Muhterem Başkan, muhterem hâkimler!
14 yıl evvel girdiğim Risâle-i Nur’la ilgili bir dâvânın müdafaasında ceza talebine karşı müdafaama şu cümle ile başlamıştım: “Bu dâvâ, başlangıçta iddia edildiği gibi dinin istismarı dâvâsı değildir. Aynı zamanda bu dâvâ, karşımızda maznun sandalyesinde oturan bu on kişinin dâvâsı da değildir. Hadd–i zatında onların şahsında bir iman boğulmak istenmekte, bir kitaba karşı savaş açılmış bulunmaktadır. Bu savaş iki zihniyetin mücadelesi, bu şahıslar onun vesilesi, bu salon o muharebenin meydanıdır. Ve bu savaşın silâhı kılıç değil, kalemdir. Hedefi beden değil, vicdandır.
“14 yıl önce girdiğim dâvâ, maznunlar vekili olarak bu mevzuda geçirdiğim ilk dâvâ idi. Şu anda ise son girdiğim dâvâmın müdafaasındayım. 14 yıl önce maznunlar vekili olarak müdafaa kürsüsünde bulunuyordum. Bugün ise maznunlar sırasındayım.
“Evet, o gün müdafaasını bana terk edenlerin müdafaasını yapıyordum. Şimdi ise bizzat kendimi müdafaa etmek durumundayım.
*
Samsunlu Hamdi Sağlamer anlatıyor:
Sene 1964. Ankara Yargıtay’daki Temyiz Mahkemesindeyiz.
Savcı Egesel, Bekir Ağabeyin moralini bozacak şeyler yapıyordu: Eliyle masaya vuruyor, dinlemez gibi görünüyordu. Bekir Ağabey, hiç aldırış etmeden 40 dakika savunma yaptı. Elindeki bütün belgeleri sundu ve bunların zapta geçirilmesini istedi. Zapta geçme talebi, Egesel’i kızdırdı. İki eliyle masayı tutup yüksek sesle: “Kime, neye güveniyorsun Bekir Bey! Neyine güveniyorsun sen!” diye tehdit etti.
Bekir Ağabey, tehdide pabuç bırakacak adam değildi. Hemen “Ver şunu!” deyip hızla elimdeki çantayı kaptı. Başka bir evrak çıkarıp gösterecek sandım. Bir de baktım ki, çantasında sürekli taşıdığı kefenini çıkardı. (Adamların gözleri faltaşı gibi açıldı.)
Sonra, gür ve yürekli bir sesle cevap verdi: “Ben Allah’a güveniyorum!” dedi ve kefeni fırlatarak konuşmaya devam etti.