Kulun işlemiş olduğu her günah, onu küfre götürmez belki; ama, her günahın içinde küfre götüren bir yol, bir menfez var.
Orijinali İkinci Lemâ’da geçen o meşhur ve müessir vecizeyi hatırlatarak başlayalım: “Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”
*
Bulaşıcı günahlar, mânevî hastalıklar ve ahlâkî buhranlar itibariyle, insanlık tarihinin görüp geçirmiş olduğu belki de en zor dönemlerden birini yaşıyoruz.
Öyle ki, eski çağlarda kavimleri helâke götüren günah ve isyan dalgaları, günümüzde Müslüman toplulukların içine de sirayet etmiş, hatta yaygınlık kazanmış durumda.
Öte yandan, iki zıt olan iman ile küfür, günümüzde âdeta içiçe girmiş, omuz omuza gelmiş, iş ve aile hayatında aynı havayı teneffüs eder, aynı sofradan beslenir bir duruma gelmiş.
Demek ki, şimdiki nesil eski nesillerden çok daha farklı ve o nisbette de tehlikeli bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Üstad Bediüzzaman’ın tâbiriyle, “Kurt, gövdenin içine girdi.”
Bu yeni durum karşısında ıztırabın en dehşetlisine düçâr olan Bediüzzaman Hazretleri’nin mahz-ı hakikat tesbitleri: “Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur.” (Tarihçe-i Hayat: 542)
*
Bir rivâyette var ki, “Âhirzamanda kimse nefsine hâkim olamıyor.”
İşte, böylesine dehşetli bir zamanda yaşıyoruz. Nur saçan İslâmiyet ise, ortalığı istilâ etmiş kimi kem nazarlara göre irticadır, kimilerine göre ise afyon gibi uyuşturucu, yahut düpedüz ateş gibi yakıcıdır: Tutarsan yanmaya, atarsan ondan mahrûm olmaya razı olmalıymışsın...
Oysa, İslâmiyet nurdur; fenâlara ise nârdır, ateştir. Bu değişmez hakikate rağmen, ortalık bulandırılmaz, zihinler karıştırılmak isteniyor.
Dahilden, hariçten, âdeta dört koldan buhran ve bunalım pompalanıyor.
Bu istilâcı dehşetli buhranı ve ona karşı duruşunu şöyle târif ediyor, Üstad Bediüzzaman: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor... Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum... Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. “ (Age: 543)
*
Cemiyetin huzurunu, kitlelerin refahını, gençliğin ıslâhını, nesillerin saadetini düşünmesi gereken “büyük kafalar” gaflet içinde debelenip dururken, Bediüzzaman Hazretleri ise, bütün kuvvetiyle bütün mesaisini insanların, bilhassa istikbâl neslinin iki cihan saadeti yolunda sarf etmeye koyulmuş.
Ne Cennet sevdâsı, ne Cehennem korkusu, ne sürgün cezası, ne hapis, ne zindan, ne işkence acısı, ne zehirlenme sancısı, bunların hiçbiri onu bu ulvî maksadından geri çevirmemiş, çevirememiş. O, nefsini kurtarmayı düşünmemiş, dünyasını, gerekirse âhiretini dahi bu rızâ-i İlâhî yolunda fedâ etmeyi göze almış ve öyle çalışmıştır. Sonunda ise, hakkını da helâl ederek, yapmış olduğu hizmetlerinden dolayı, yine Allah’a şükretmekle iktifa etmiştir.
İşte, bu meyandaki sözleri: “Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon, belki daha ziyâde kişinin îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Allah’a bin kere hamd olsun.” (Age: 544)
Demek ki, manevî yangınlar o derece tehlikeli ve sınır tanımaz bir hal almıştır ki, buna mukabil yapılacak olan söndürme hizmetinde de sınır tanımamak ve “nihayetsiz bir fedakârlık”ta bulunmak gerek.
İşte, Bediüzzaman Said Nursî bunu yapmış ve böyle yapılmasını talebelerine de vasiyet etmiştir. Birer muhabbet fedâisi olarak, insanlara karşı bir kin ve intikam duygusu beslemeden, bütün güç ve kuvvetiyle kendilerini “iman kurtarma hizmeti”ne adamaları tavsiyesinde bulunmuştur.
*
Böyle bir istikamette yol alırken, kişi evvelâ kendi nefsinden ve en yakınlarından işe başlaması gerekiyor.
Evet, aile efradı denilen “evlâd ü ıyâl”, iman ve ahlâk hizmetinde bulunanlar için, yolun en başında gelir. Bunları atlayarak, yok sayarak, yahut onları “çantada keklik” gibi sanarak, hiç kimse sıhhatli bir hizmette bulunamaz, selâmetli bir yolda gidemez. Zira, en büyük, en sahih, en makbul hizmet, en dar ve en küçük dairede olur.
Dolayısıyla, hizmet dairelerindeki seyir defteri, küçükten büyüğüne doğru kademeli bir şekilde açılmalı. Buna göre, bilhassa anne babalar için, çocuklarıyla olan hizmet ve münasebetleri büyük önem kazanıyor.