Hangi iş ve meşguliyet olursa olsun, hangi hedefe varmak istenirse istensin, harekete geçmek, sebeplere teşebbüs etmek, ön şart olarak karşımıza çıkıyor.
Sebeplere teşebbüs ameliyesinden sonra, sıra tevekkül etmeye geliyor. Tevekkül eden bir kul, cüz’i iradesinin sarfından sonra kadere, yani İlahi takdire teslim olur. Artık sevk-i İlâhîye tâbi olarak hayat ve hizmetini idame ettirir.
*
Sevk-i İlâhiye tabi olan sadâkatli bir dâvâ adamı, hiçbir şekilde fıtrî olan hüviyet ve şahsiyetini, tehlikelere karşı yerleştiği siperini ve güvenle bağlı olduğu limanını da terk edip kaçmaz ve kaçmamalı.
Sevk edildiği yerde, sonuna kadar sebat ile durur ve durmalı.
Şayet, sevk-i İlahi ile aldığı bir vazifeyi, bir hizmeti bırakıp kaçarsa, kendince yaptığı hesaplar ayağına dolanır, belki altüst olur ve normalden daha ziyade zarar görmesi kuvvetle muhtemel hale gelir.
*
Evet, sebep her ne olursa olsun; kezâ, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, idealist kişi yine de inandığı prensiplerden tâviz vermemeli; hayatını ve hizmetini inandığı istikamet çizgisinde sonuna kadar idame ettirmeye çalışmalı.
Ne var ki, istikametini tam bir sebat ve sadâkat içinde muhafaza ve idame ettirmek, öyle sanıldığı kadar kolay ve basit bir mesele değildir.
Şu sarsıntılı âhirzamanda, kimi evham ve korkudan, kimi rızık ve geçim kaygısından, kimi de makam, mansıb, şân, şöhret gibi zaafları sebebiyle, yerinde sebat edemeyip siperini terk ediyor. Böyleleri, haliyle tehlikeye daha ziyade hedef oluyor ve sebatkâr sâdıklara nazaran daha çok yaralanıp zarar görmüş oluyor.
Bu hakikati talebelerine ders veren Bediüzzaman Hazretleri, çok çarpıcı misaller veriyor. Bir tanesi şöyledir: “Ey kardeşlerim! Çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki: En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.” (Mektubat: 40
*
Maişet derdiyle aynı hataya düşmemek için, aynı dersi bir pencereden bir başka uslûp içinde veriyor. Şöyle ki: “Demek, derd-i maîşet için namazını terk eden, o nefere benzer ki, tâlimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin matbaha-i rahmetinden tâyinâtını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek güzeldir, mertliktir. O dahi bir ibâdettir.” (Sözler: 29)
*
Aynı hakikate parmak basan üçüncü bir iktibas ile konuyu toparlamaya çalışalım. Veciz beyan şöyledir: “Vehham ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bâzı dostların kuvve-i mâneviyelerini teyid için ve hizmetimizden bâzı maksatlarla çekilen ve maksatlarının aksiyle tokat yiyenler, çok misâllerden yedi misâl ile gösterir ki: Siperini bırakıp kaçanlar, daha ziyâde yaralanırlar.” (Mektubat: 492)
*
Şu sıralar, gerek ülkemizde, gerekse içinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyasında ve sair ülkelerde çok şiddetli rüzgârlar, fırtınalar esiyor. Peşpeşe siyasî ve içtimaî depremler, sarsıntılar yaşanıyor. Bu fırtınaların bir kısmı, yer yer kasırgaya dönüşüyor. Dolayısıyla, siperinde sebat etmek zorlaşıyor. Bazıları, uzaklara kaçıp kendine daha güvenli yer bulmanın telâşına düşüyor.
Ne var ki, yaralanmaların çoğu bu kaçışlar esnasında vuku buluyor. Yaralanmaların mânevî bir sebebi de şudur ki: Sadâkat ve istikametini muhafaza edemeyenlerin üzerindeki “inayet ve hıfz-ı İlâhî” şemsiyesi kalkıyor.
*
Bu yazının finalini Birinci Söz’ün başındaki o pek mânidar misâl ile bağlayalım: “...Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himâyesine girsin—tâ, şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedârik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı perişan olacaktır.”