Osmanlı’ya karşı “İngiliz siyaseti”ni takip etmekte birleşip mutabık kalan Rusya ile İngiltere, 1877’de Osmanlı ile birlikte taze Meşrûtiyeti de bitirmek için harekete geçtiler. “Küçük Kıyamet” diye de isimlendiren “93 Harbi”ni Osmanlı’nın başına saran bu iki devlet, kırk seneden fazla bir süreyle, yani tâ 1920’nin 16 Mart tarihine kadar müşterek saldırıda bulundular. 16 Mart 1920’de ise, hem bizim, hem de onlar açısından tarihin dönüm noktasına gelinmiş oldu.
Detaylarını aşağıda okuyacağınız bir yıl sonraki 16 Mart’ta ise, iki düşman müttefik devletin Türkiye politikası büyük çapta ayrıştığı, hatta birbiriyle zıtlaştığı gerçeği açıkça görülmeye başlandı.
Şimdi, sırasıyla yakın tarihimizin bu iki 16 Mart günlerindeki gelişmelere bakalım.
İstanbul’un fiilî işgali
Mondros Mütarekesi’ni müteakiben, İstanbul’a önce İngiliz işgal kuvvetleri girdi. Hemen ardından Fransız ve İtalyan işgal birlikleri.
Ardı ardına gelen bu karanlık günlerin en koyu günü ise, 16 Mart 1920’de yaşandı.
O günün sabahı Şehzâdebaşı'ndaki Mızıka Karakolu’na silâhlı baskın düzenleyen işgalci İngiliz kuvvetleri tarafından, henüz yataklarında bulunan askerlerimiz süngülendi; 6’sı şehit edilip 15’i de ağır şekilde yaralandılar.
Yine aynı gün, İstanbul fiilen işgal edildi. Saray, Meclis, hükûmet, askeriye ve sâir bürokratik işleyiş, hemen tamamıyla işgal kuvvetlerinin kontrolü ve denetimi altına girmiş oldu.
İşte, bütün bu hadiselerin yaşandığı 16 Mart, Süleyman Nazif’in daha evvel yazmış olduğu “Kara Bir Gün”ün de ötesinde, İstanbul ve Türkiye için tam “Kapkara bir gün” mahiyetine ve mâtemine bürünmüş oldu.
Bu vesileyle, yine de Süleyman Nazif’in o meşhûr yazısını hatırlamakta ve bir kısmını iktibâsen burada takdim etmekte fayda var.
İşte, Şair Süleyman Nazif’in 9 Şubat 1919 tarihli Hadisât Gazetesi’nde çıkan o yazısından bazı bölümler:
“Fransız generalinin dün şehrimize vürûdu (gelişi) münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız (azınlıklar) tarafından icra olunan nümâyiş (gösteri) Türk’ün ve İslâm’ın kalbinde müebbeden kanayacak bir cerihâ (yara) açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız (talihsizliğimiz) şevk ve ikbâle münkalib olsa (yerini neşeye bıraksa) yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlâd ve ahfâdımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras terk edeceğiz.
“Biz buna müstehâk değil idik diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felâkete dûçâr olmazdık.
“Her kavmin sehâif-i hayatında (hayat safhalarında) birçok ikbâl ve idbâr sahifeleri vardır. Fransa Kralı I. Fransuva’yı Şarlken’in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrât ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm (çok acı bir satır) de mestûr imiş. Her hâl, mütehavvildir (değişkendir). Arapların güzel bir sözü var: ‘Isbir, feinne’d-dehre lá yesbir.’ Yani: ‘Sen sabret. Çünkü, nasıl olsa zaman sabretmez; değişir’ derler.”
Moskova Antlaşması
Yukarıdaki kanlı işgalden tam bir sene sonra, yani 16 Mart 1921'de ise, Moskova'da biraraya gelen Ankara hükûmeti ile Rus hükûmeti temsilcileri arasında "Moskova Antlaşması" parafe edildi.
Bu antlaşmaya göre, Türkiye Kafkasya'da Rusya'nın işini zorlaştıracak teşebbüslerde bulunmayacak, buna mukabil Yunan ve İngiliz kuvvetleriyle mücadele eden Ankara hükûmetine her türlü para, silâh ve mühimmat yardımı yapılacak.
İşte, bu antlaşmadan hemen sonra Rusya'dan Trabzon limanına altın para ile birlikte gemiler dolusu silâh ve mühimmat sevkiyatı gerçekleştirildi.
Bu silâhlar savaşta, paralar ise asker ve memur maaşının ödenmesinde kullanıldı.
Moskova Antlaşmasını gerçekleştiren Rus heyetinin başında Dışişleri Bakanı Çiçerin ve ekibi vardı. Türkiye delagasyonu ise şu isimler idi: Bekir Sami Bey, Ali Fuat Paşa, Dr. Rıza Nur ve Yusuf Kemal Bey.
Kars Antlaşması
Moskova Antlaşması’nı pekiştiren ve Kafkasya'daki diğer hükûmetlerin iştirakini de sağlayarak Türkiye'nin Şark sınırlarını kesin hatlarıyla belirleyen bir başka antlaşma da aynı yıl içinde Kars'ta yapıldı. Kars'ta 13 Ekim 1921'de imzalanan bu antlaşmaya Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Sovyet Rusya'nın temsilcileri de katılmak sûretiyle imza koymuşlardır.