Harf İnkılâbının başlangıç tarihi 1 Kasım 1928. Meclis’te o gün alınan 1353 sayılı kanunla, Türkiye’de yeni bir döneme girilmiş oldu.
Bir ay kadar sonra, yani 2 Aralık 1928 tarihi itibariyle de, bütün gazete yazıları ve sokak isimlerinin bundan böyle Latin harfleriyle yazılması mecburiyeti getirildi.
Tuhaf olan bir nokta, söz konusu inkılâbın resmî adı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” şeklinde olmasına rağmen, orta yerde “Türk harfleri”nden hiç eser yok. Yapılan iş, “Osmanlıca”nın kaldırılarak yerine “Latince” harflerinin getirilmesidir. Buna rağmen, dünden bugüne yapılan telkin ve propagandalarla hep “Yeni Türk Alfabesi”nden dem vurula gelmiştir. Oysa, dünyada hiçbir ülke, Türkiye’de yapılan harf inkılabına böyle bir isim, böylesi bir mana vermiş değil.
Türkçe’nin altı yüz yıllık köklerinde Osmanlıca var, lâkin Latince yoktur. Yapılan harf inkılâbı ameliyesinde ise, Latince’nin kabulü ile birlikte Osmanlıca’nın reddi, hatta zamanla yasaklanması vardır.
*
Meclis iradesinin de kullanılmasıyla kabul edilen Harf inkılâbının uygulamasına çok sert ve süratli bir şekilde geçilmesi, ne yazık ki tamiri ve telâfisi imkânsız zararlara yol açtı. Meselâ, milletin yüzde 99’u bir gün içinde cahil ve ümmi bir duruma düşürülmüş oldu. Yani, bütün ömrünü okuma ile, ilim tahsili ile geçirenler, bir gün zarfında “hiç işe yaramaz” bir hale getirildi.
Zira, öyle bir inkılâp yapıldı ki, bununla sadece yeni harflerin okunması mecburiyeti getirilmedi; aynı zamanda, eski harflerin (yani İslâm-Kurân harflerine dayalı Osmanlıcanın) de kesinkes yasaklanması cihetine gidildi. Söz konusu yasaklar, kısa zamanda cezai müeyyide ile takviye edilmiş oldu.
Kısacası, eskiye ait ne varsa tarih mezarlığına gömülmeye çalışıldı. Böylece 80 yaşındaki bir âlim, 8 yaşındaki çocuğun bile gerisine düşürülmüş bir hale getirildi.
Harf devrimi günlerinde “orta yolu” bulma arayışları çerçevesinde yapılan “Yeniyi mecbur edelim; ama, hiç olmazsa eskiyi yasaklamayalım” teklifleri dahi en sert şekilde yüzgeri edildi.
*
Aynı dönemde, asırlardır kullanılmakta olan İslâm yazısına “Arap yazısı” damgası vurulurken, adıyla sanıyla Latin yazısı da—hiçbir alâkası olmadığı halde—”Türk harfleri” diye yutturulmaya çalışıldı.
Tuhaflık içinde tuhaflık vardı. Zira, Türk harfleri olsa olsa Göktürkler’in de kullanmış olduğu “Uygur harfleri” olabilirdi. Ki, Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra bile, bu Uygur yazısını bir süre kullanmışlar ve hiçbir şekilde “yasak” engeli söz konusu olmamıştır. Uygurcanın terki, zamanla ve fıtrî bir seyir içinde olmuştur.
Türklerin İslâm harflerine dayalı geliştirmiş oldukları Osmanlıca’yı ise, kelimenin tam anlamıyla bir “medeniyet lisanı” haline getirmişlerdir. Zaman içinde gelişen bu Osmanlıca lisanında kullanılan harf sayısı 36’ya varmıştı.
Bu, Türkçe’nin gerek telaffuz (fonetik) ve gerekse şekil itibariyle zirveye ulaştığı, mükemmeli yakaladığı anlamına geliyordu. Şimdi kullanılan ve 28 harfle sınırlandırılan Latin alfabesi ise, Türkçe’nin söz ve yazı dilindeki incelik gerektiren ihtiyacını bütünüyle karşılamaktan bir hayli uzak sayılır.
*
Konuyla bağlantılı önemli bir başka nokta şudur: Osmanlıca olarak telif edilen Risâle–i Nur Külliyatının sür’atle intişarı, tam da kemâl noktasına yükselen Osmanlıca’nın yasaklandığı tarihlere denk düşüyor. Buna göre Risâle–i Nur, Osmanlıca’nın en olgun, en tekâmül etmiş haliyle telif edilmiş oldu.
Tabii, eserlerin orijinal haliyle basılması yasak olduğu için, ilk etapta elyazmaları tarzı ile çoğaltılan nüshalar, ileriki yıllarda Üstad Bediüzzaman’ın izin ve ruhsat vermesiyle Osmanlıca teksir ile beraber Latince olarak da basılmaya devam edildi.