Bediüzzaman Hazretleri, bundan yüz yıl kadar evvel İstanbul’dan şark vilâyetlerine doğru iki mühim seyahat gerçekleştirdi.
Her defasında da, olağanüstü hizmetlerde bulundu, tazeliğini halen de muhafaza eden şâheser kitaplar telif etti: Münâzarât, Hutbe-i Şâmiye, İşaratü’l-İ’câz…
Dahası, her seyahatinde ısrarla dile getirmiş olduğu bir de Medresetüzzehrâ projesi var.
Birinci seyahati, 1910 senesinin sonbahardan kışa geçiş mevsiminde yaptı. İkinci seyahatinin ise, Rumeli Seyahati dönüşü olup, 1912 senesinde olması kuvvetle muhtemeldir.
Satır başlarıyla temas ettiğimiz bu muazzam seyahatleri, şimdi daha geniş bir perspektifle ele almaya çalışalım.
*
Şark memleketlerinde yaşayanların "medrese" ismine daha sıcak bakmaları hasebiyle, Üstad Bediüzzaman da maarifi, yani eğitim ve öğretimi şark vilayetleri genelinde bu isimle yaymak ve yaygınlaştırmak istiyordu.
Ayrıca, bu manadaki bir eğitim-öğretim projesinin, çok güzel ve faydalı meyveler vereceğini tekrar be-tekrar dile getiriyordu.
İşte, bu meselede yapmış olduğu tahşidâttan sadece Münâzarât'ta zikrolunan 2-3 paragraflık özet bir bilgi:
1. "Şu medrese, neşredeceği semeratla, tâmim edeceği (yayacağı) ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl (akıllar) yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb (kalpler) yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zâviyeyi temsil edecektir."
2. "Sual: Bunun semeratı (meyvesi) nedir ki, on, belki elli beş seneden beri bağırıyorsun?
"Cevap: İcmâli, Kürt ve Türk ulemâsının istikbâlini temin. Ve maarifi, Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak. Ve meşrûtiyetin ve hürriyetin mehasinini göstermek ve ondan istifade ettirmektir."
3. "Şu Medresetüzzehrâ’ya dair mebâhisi, Hürriyetin üçüncü senesinde (1910) nutuk suretiyle Bitlis’te, Van’da, Diyarbakır’da, daha birçok yerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: 'Hakikattir, hem mümkündür.' Diyebilirim ki, ben bu meselede onların tercümanıyım." (Age: 130)
*
Bahsini ettiğimiz tarih, 1908-1918 yılları arasındaki on yılı içine alıyor.
Bediüzzaman Said Nursî, millet ve memleketin mukadderatıyla ilgili olarak hummalı bir gayret ve faaliyet içindedir. Geceli gündüzlü hiç durmaksızın çalışıyor.
Memleketindeki maarif-eğitim meselesi için, henüz 30 yaşında iken İstanbul’a gidiyor.
İstanbul'da iki-üç sene gördüğü ezâ ve cefâdan sonra ayrılıyor ve tekrar Şark'a dönüyor. Aşiretleri dolaşıyor. Münâzarât’ı vücuda getiriyor. Oradan Şâm-ı Şerif'e doğru yol alıyor. Oradaki hizmetleri ise, Hutbe-i Şamiye meyvesini veriyor.
Gittiği her yerde, tıpkı İstanbul'da yaptığı gibi yine hürriyeti, meşrûtiyeti anlatıyor; uhuvvetin, ittihadın, maarifin ehemmiyetini ders veriyor.
Bir yandan nesilleri cehâletten, dahilî husûmetten ve fikrî kargaşadan muhafaza etmek için eğitim-öğretim projelerini geliştiriyor, bir yandan da İslâm milletinin mâruz kaldığı çeşit çeşit sosyal ve ahlâkî hastalıkların tedâvisi için reçeteler yazmakla meşgul oluyor.
Münâzarât, Muhakemât, Hutbe-i Şâmiye isimli eserler, bu olağanüstü gayretin ilk meyvelerini teşkil ediyor.
Tam da sıra büyük projeye, yani Kur'ân'ın î'câzını gösterecek harikulâde bir tefsir (İşarâtü'l-İ'caz) yazmaya gelmişti ki, Osmanlı ülkesinde yakıcı alevler yükselmeye başladı.
Önce, İtalyanlarla Libya ve Ege'de (12 Ada) savaş, hemen ardından I. ve II. Balkan Harpleri (1912-13) ve henüz bu yıkımların tamiri yapılamadan Osmanlı'yı dört bir yandan saran I. Dünya Harbi’nin yangınları baş gösterdi.
Said Nursî, İşarâtü'l-İ'caz nâm tefsirini harp cephesinde, şehitler arasında ikmâl eder.
Bu esnada acze düşen İttihad-Terakki hükümeti, dahilde rakip siyasîleri sindirmeye, hariçte ise var gücüyle savaşmaya çalışıyor.
Tehcir Kànunuyla, Türkiye'nin başını bugün de ağrıtmaya devam eden "Ermeni meselesi"nin başlangıcı da yine bu tarihe (Mayıs 1915) dayanıyor.
*
Bediüzzaman Said Nursî, o hengâmenin ölüm kusan savaş şartlarında, destansı üç muazzam kahramanlığa imza atıyor.
Birincisi: Vatan ve millet müdafaası yolunda, Gönüllü Alay Kumandanı sıfatıyla, talebeleri ve emrindeki milis kuvvetiyle birlikte canla, başla düşmana karşı mücadele veriyor: Bu bir millî kahramanlıktır.
İkincisi: Şartların bir mektup yazmaya dahi elverişli olmadığı o kıyâmetler içinde bile, ilmî eser telif ederek istikbâldeki neslin imânını, saadetini düşünüyor: Bu bir ilmî kahramanlıktır.
Üçüncüsü: Savaştığı cephede esir düşen Ermenilerin kadınlarını, çocuklarını ve diğer mâsumlarını koruma altına alıyor ve yine koruma altında onları götürüp Rus tarafındaki ailelerine teslim ettiriyor: Bu da bir insanî kahramanlıktır. Aynı zamanda "soykırım" iddiasını temelinden çürüten bir davranıştır.