Bir dönem Endülüs İslâm medeniyeti Batıya ışık saçarken, daha sonra Batı ışık saçar hale gelmiş.
Tanzimat’tan Avrupa Birliği’ne uzanan 200 yıllık uzun, sancılı, dikenli modernleşme maceramız ‘kaplumbağanın dev adımlarıyla(!)’ ilerliyor. Yetmezmiş gibi ‘yaramaz çocuklar’ bu kaplumbağayı bazen ters çeviriyor.
***
Osmanlı’nın son dönemleri; farklı fikirlerin arenası. Ahmed Midhat Efendi’den, Recaizade Mahmut Ekrem’e, Fikret ve Namık Kemal’den Bediüzzaman’a fikrî bir resmi geçit. Geçmiş zamanın gölgeleri ve yer altından gelen sesleri...
Adalet, hürriyet ve medeniyet rüyası... Hayal kırıklıkları..
TAKLİT KOLAYCILIĞI
Osmanlı’da bir çöküş yaşanması Batıyı taklide yol açmış. Fakat bu taklit, fen ve sanayide, ilim ve teknolojide olması gerekirken; kolayına kaçılmış, maalesef örf ve adette, sefahat ve eğlencede olmuş. İlim tahsili için Batıya gönderilenlerin bir çoğu hayal kırıklığına uğratmış.
Fikret, canı kadar sevdiği oğlu Haluk’a: -“Bol bol ışık getir; teknik getir; uygarlık getir!” diye seslenmişti, ama; onun din değiştirip Hıristiyan olması ailesi ve milleti açısından tam bir trajedi örneğiydi. Tevfik Fikret 1915 yılında “Yıkılıyorum… Yavrum, yavrum!” diyerek hayata veda etmiş… Oğlu Hüseyin Haluk Fikret ise; 1965’te öldüğü zaman Amerika’nın Lake Şehri’nde Presbiteryen Kilisesi Başpapazıydı...
‘GÜLÜNÇ BATILILAŞMA’
Edebiyatta da 1860’lı yıllarda Şinasi ile başlayıp Namık Kemal ve Abdülhak Hâmit ile gelişen yenileşme akımı başlıyor.
Ahmed Midhat Efendi’nin yazdığı ‘Felâtun Bey ile Râkım Efendi’ Tanzimat’tan sonraki alafranga hayatı hicveden ilk romandır. Recaizade Mahmut Ekrem de ‘Araba Sevdası romanında bu ‘alafranga’ tiplerle alay eder.
‘Araba Sevdası’nın ana karakteri Bihruz Bey de; Felâtun Bey gibi, tam bir yanlış Batılılaşma örneğidir. Çalışmayı ve okumayı sevmeyen, gösterişi ve otomobili seven, görünüşe aldanan, her söylenene inanan, hayal âleminde yaşayan bir âşıktır. Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalmış İstanbullu bir gençtir.
Batılılaşmanın ölçüsü nedir, peki? Dünden bugüne değişen ne?
AVRUPA İKİDİR
Bilindiği üzere; Bediüzzaman Avrupayı ikiye ayırır.
Birincisi: Gerçek Hıristiyanlıktan aldığı feyz ile, toplum hayatına faydalı sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takip eden, bozulmamış Avrupa. İkincisi: Maddeci felsefenin zulmetiyle, medeniyetin pisliklerini güzellik zannederek, insanlığı sefahat ve dalâlete sevk eden bozulmuş Avrupa.
“Ecnebiyeden terakkiyât-ı medeniyete yardım edecek noktaları: -fünûn ve sanayi gibi- maalmemnuniye alacağız” der. Geleneklerini, millî ve manevî değerlerini muhafaza edip, Batıdan teknolojiyi alan Japonları örnek gösterir.
“HER HARFİN MANASI ALLAH!”
Tanzimat döneminde yeni edebiyatçılar, her ne kadar semavî iklimden arzî iklime geçiş yapsalar da; edebiyatımızın “dinsiz” olduğunu kim savunabilir ki? Zaten edebiyatımız hem edepli, hem de kitaplı değil miydi? İstisnalar dışında edebiyatçılarımız da öyle.
Recaizade’ye göre “Zerratdan şumûsa (atomlardan güneşlere) kadar her güzel şey şiirdir.” Yaratıcıyı gösterir. Yine Recaizade; kâinatı, Allah’ı anlatan büyük bir kitap olarak görür:
“Bir kitabullah-ı azamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası hep Allah çıkar.”
İlginç değil mi? Risale okuyucuları benzerliği hemen fark edecek.
***
Medenî olmak ilim istiyor, irfan istiyor, edep istiyor, emek istiyor. Hak, hukuk ve adalete sahip çıkacak şuurlu vatandaşlar istiyor. Hür üniversite ve hür basın istiyor. Körü körüne taklitle, kof hamaset ve cehaletle medenî olunmuyor.
Evet; medenîleşme maceramız devam ediyor. Bakalım hedefe ne zaman ulaşacağız? Ülkenin ‘yaramaz çocukları’ şu kaplumbağayı, iki de bir ters çevirmese!..