“Fakat ey insan! Senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz’î lezzetini hiçe indirir, lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol kurtul veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade bu fânî dünyada dahi sâfî lezzetleri kazan” diyerek onu ilzam ettim.
Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:
“Hiç olmazsa ecnebi dinsizleri gibi yaşarız.”
Cevaben dedim:
“Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar, bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmese, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissâlâtü Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hatta Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah’ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar, onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden
İslâmiyet’e giriyorlar ve hiçbir Müslüman, hakikî Yahudi veya Mecusî veya Nasranî olmaz, belki dinsiz olur. Seciyeleri bozulur; vatana, millete muzır bir hâlete girer.”
İspat ettim; o muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.
İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem ahiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takip edip, boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’ân’dan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip, bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mâl-i saliha ile, hapishane müdür ve alâkadarları cani ve katillerin başlarında zebani gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.
Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele, s. 224
LÛGATÇE:
firak: ayrılık, hicran.
ilzam: susturma, cevap veremez hâle getirme.
Mecusî: ateşe tapan, Zerdüşt dinini benimseyen, Zerdüştî.
medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (as) medresesi, Hz. Yusuf’un (as) hapiste kalmasından kinaye olarak hapishaneye verilen bir isim.
muannid: inatçı, ayak direyen.
mütemerrid: temerrüd eden, inatçı, kötü fiilinde inatlaşan.
Nasranî: İsevî, Hıristiyan.
setr-i gayb: gayb perdesi, gizlilik perdesi; başa gelecek şeylerin bilinememesi.