Türkiye’nin yakın geçmişini doğru okumamış ve Türkiye’de yaşamamış olanların anlaması güç olan bir hususu anlatmaya çalışacağız. Ayrıca Türkiye’deki dinî cemaatlerin kesinlikle ne Asya ve ne de Avrupa’daki sair dinî cemaatlerle mukayese edilemeyeceğini de göreceğiz. Zira hiçbir Müslüman milletin yaşadığı hadiseler ve başından geçen sergüzeştler; Türk milletinin Yakın Tarihindeki inkılâp ve değişimlerle karşılaştırılamaz.
Bu girizgah ile sakın “Cumhuriyetin ilk yıllarındaki” mutlak istibdat dönemlerine gideceğimizi zannetmeyin. Sonradan “devletleşecek” İslâm karşıtı mason ve komünistlerin 31 Mart 1909’da nasıl ittifak ederek “Devlet-i Aliye’yi” sekerata sürüklediğini henüz tarihler yazmadı. Hatta bu işin tezgâhında çalışanlar nifaka bürünerek Cumhuriyetin ilk yıllarında bakan bile olacaklardı.
Kur’ânlar, Buhariler, duâlar ve kurbanlarla açılan Meclis’in, Cumhuriyetin ilânıyla hangi kılıklara girdiğini kaç tarihçimiz yazabildi ki… Ve sonra… Ezan-ı Muhammedî (asm), din-i İslâm ve mukaddesat için çarpışmış milletin 1924‘ten 1925’e geçerken yaşadığı travmalar. Bin seneden beri İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bu milletin anayasasından ”dini İslâm’dır” ibaresi kaldırılıyor ve daha sonra da itiraz etmeleri muhtemel olan dinî cemaat çevrelerine zulüm dalgası başlıyor. Kimisi kendisini zindanda, kimisi dar ağaçlarında bulan tarikat mensupları ve dinî cemaatler ne yapabilirlerdi ki… Merhum Âkif gibi Millî Mücadele kahramanları bile infazlardan kurtulmak için Mısır’a kapağı attılar. Ve yüz binlerce ehl-i ilim, ehl-i tarikat ve cemaat müntesibi komşu ülkelere sığındı. Urumiye, Süleymaniye, Bağdat, Şam-ı Şerif, Ürdün, Hicaz ve Mısır…
Olup-bitenler karşısında “dinî cemaatlerin” çoğu –yurt dışına çıkmayanlar-yer altına çekildiler. Ve sonraki yıllarda da devlete küstüler. Yalnızca onlar mı? Merhum Süleyman Demirel’in ifadesiyle millet toptan arkasını döndü inkılâp ve devrimlere… İkinci Dünya Savaşı’nın sonundaki şartların yol açtığı bahara ve nihayet Demokratların gelişine kadar… Demokratlar döneminde ürkek ve korkak icraatlarla saklandıkları yerden çıkan “dinî cemaatleri”, (tarikat henüz yok ortada…Rejimin müsaade ettikleri hariç) bu defa 27 Mayıs ihtilâli şoka sokacaktı. Milletin temsilcilerini birkaç haydut alaşağı etmiş ve sonrada zalimce öldürmüş...
Demirel, söz konusu travmayı ve korkuyu dinî cemaatlerin üzerinden atabilmek için büyük gayretler göstermiş. Adeta ellerinden tutarak onları hayatın meydanına toplamış ve bazılarını vekil, bazılarını senatör yapmış. Ta ki demokrasiye tutunarak kendilerine gelebilsinler. Cumhuriyetin başbakanı olarak Cuma namazına gidip, imamsız kalmış yetmiş bin köye “vekâleten“ imam göndererek, her vesile ile “bu ülkenin vatandaşı, göğsünü gere gere ben Müslümanım diyebilmeli” sözünü sloganlaştırarak; dinî cemaat ve tarikatların travmalarını tedaviye gayret etmiş.
Dinî cemaatleri tek parti döneminde idam eden Kemalizmin, 1950’den sonra metot değiştirdiğini daha önce de yazmıştık. Şükrü Kaya’nın düşüncesine göre “devlet Kemalistlere aitti. Hangi fikir, düşünce ve ideoloji olacaksa onlar karar vereceklerdi.” İşin içine demokrasi girince, Kemalizm fitne ve nifaka sarıldı… Provokasyonlarda kullanmak üzere “dinî cemaatler masasını” teşkil ettirdi. Ticaniler, Yakubiler ve ismini zikretmek istemediğim daha onlarca yapay tarikat…
12 Eylül’den sonra Kemalistler; Neocon ve neoliberallerin de desteğini alarak daha profesyonel usûllere yöneldiler: Bütün dinî cemaatleri kılcal damarlarına kadar kontrol altında tutabilmek için… 12 Eylül’den sonraki sürecin içinde bağımsızlıklarını tamamen kaybeden dinî teşkilât ve dernek statüsündeki dinî cemaatlere yapılan maddî yardımlar ayrı bir fasıl. Fakat şu önemli noktayı atlamayalım. Müsaade ve yardım karşılığı olarak, bütün dinî cemaat ve tarikatların birbirilerinin aleyhinde olmaları şartını asla unutmamalıyız.
Bu önemli ayrıntıyı hem 12 Eylül’cü generaller, hem ANAP yetkilileri, hem başbakan iken Bülent Ecevit ve hem de icraatıyla AKP kurmayları, yüzlerce defa açık veya kapalı ifade ettiler: Devletin emrinde dinî cemaatler ve tarikatlar istenmişti.
Bu şartı Said Nursî’den bu yana kabul etmeyen ve karşılığını da her türlü mağduriyet, içlerinde dahili nifak çıkarma, mahrumiyet ve itibarsızlaştırma dalgalarıyla bulan Nur Talebelerinin, yüz küsur senelik süreçte hangi yolu ve metodu takip ettikleri ayrıca ele alınmalı.
Dinî cemaatlerin devleti dindarlaştırma isteklerinin arkasındaki sebepleri az da olsa teşhire çalıştık. Fakat, zamanı okuyamamak, zamanın ruhuna uygun usûlleri bilememek ve ahir zamanın tarih atlasından habersiz olmak gibi daha bir çok sebepten dolayı, Türkiye dindarlarının yolları kesildi, haramilerce soyuldular ve yalnızca mallarını kaybetmediler; zaman zaman ümitlerini de yitirdiler. İsteklerinde haklıydılar, vaesefa ki metod ve devlete karşı davranışlarında yanlış hareket etmişlerdi.
Kemalistlerin iftira ve vehimlerine aldanıp Bediüzzaman’ı dinlememişlerdi. 1925’te Van Nurşin Camii’nde kendisini ziyaret eden Kör Hüseyin Paşa kadar da olsa dinlemiş olsalardı; milletin gönlünde taht kurmuş Demokratlar katledilmeyeceği gibi; 12 Mart’lar, 12 Eylül’ler, 28 Şubatlar ve 15 Temmuz’lar da meydana gelmezdi, diyoruz.