İslâmlaştırma kelimesi, dünya kamuoyunda menfi tedailerle anıldığından,” dindarlaştırma” yerine, dindarlaşma kelimesini kullanacağız.
İnsanların cüz’î iradelerinin esas olduğu bir yönelmede, hürriyet ve demokrasi olmadan, inanç ve ahlâkta hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyoruz. Hem müceddit ve hem de hürriyet ve demokrasi kahramanı olan zamanımızın Kur’ân yorumcusu Said Nursî’nin hayatı, mücahedesi ve eserleri dikkatlice incelendiğinde; “dinî cemaatlerimizin” bütün çıkmazlarına çare ve sorularına cevap bulabildiğimizi birlikte göreceğiz. İstibdadın renk renk ve çeşit çeşit her nevini yaşayan Said Nursî’nin 1907’de İstanbul’a ilk ayak bastığında, Meşrûtiyeti mağlûp etmek üzere Emmanuel Karasso ve arkadaşlarının el attığı dinî cemaatlerin siyasî teşkilâtlanmaya gidişlerine 31 Mart öncesi mani olmaya çalıştığı, (Volkan Gazetesi ve çevresindeki dinî/siyasî yapılanmalar) 1913’te Geyda’lı Şeyh Selim’in; idarecilerin sefahet ve şeriata aykırı hayat tarzlarını bahane ile isyanını önlemeye gayret ettiği hadiselerle başlayarak; hayatının son demine kadar takip ettikleri” müsbet hareket, barış ve demokrasi” çizgisinin mutlaka dinî cemaatlerimizce araştırılması gerekiyor.
Said Nursî’yi zalimlerle barışık, inkılâpçılar karşısında suskun gösterip her hâlükârda talebelerini maddî kalkışmalardan uzak tutmasını “korku” ile karıştıran bazı müfrit dinî cemaat mensuplarına, O’nun 1922’nin son aylarında, Ankara’da meclis başkanlığı odasında M. Kemal ile olan yüzleşmesini veya restleşmesini mutlaka şahitlerden ve belgelerden okumalarını tavsiye ederiz. İslâmiyet karşıtı iç ve dış cereyanların mütemadiyen ürettikleri korku balonlarının telâşıyla, günümüzde bile M. Kemal’in gölgesiyle yüzleşmeye cesaret edemeyen bazı radikallerin Nur Talebelerini ve dolayısıyla Said Nursî’yi pasif addetmeleri, ancak derin bir bilgisizlikle izah edilebilinir.
Dinî cemaatlerimizin ve bilhassa tarikat ehlinin pür dikkat kesilmesi gereken diğer bir hadise ise “Şark Meselesidir.” Şantaj, provokasyon ve entrikalar üzerine bina edilmiş Şeyh Said-i Pirani hadisesi karşısındaki Said Nursî’yi de, Türkiye’deki dinî cemaat temsilcileri doğru araştırmalarla incelemelidirler. Devrimlerini yerleştirmek üzere hazırladıkları “devlet terörü”nün mahiyetini bilen Bediüzzaman, başta Şeyh Said olmak üzere bu harekete karışmak isteyen ileri gelenlere mektup yazarak, kurulan tuzağın mahiyetini anlatmaya çalışıyor. Bu gayret ve teşebbüsü ile de; Ağrı, Doğubayazıt, Van, Bitlis ve Muş’un bu musîbete düşmesine mani oluyor. Bu esnada yazılanları, konuşulanları ve tarafları merak edenler Said Nursî’nin hayatında bulabilirler.
Bildiğiniz gibi Şeyh Said Hadisesi maksatlı bir şekilde günümüze dek araştırılmaktan men edildi. Görgü şahitlerinin ve hatta onların yakınlarının da dünyadan el etek çekmesini bekleyenlerin buradaki “zulüm ve haksızlıkları” kendiliğinden ortaya çıkıyor. Hem bu hadisenin mahiyeti ve hem de neticesi üzerinde belgeye dayalı doğru dürüst bir çalışmanın olmaması, Müslümanlar açısından esef verici bir olaydır. Öldürülenler, sürgün edilenler ve ülkeyi terk edenler… Mutlaka araştırılması gereken konular, bunlar. Said Nursî’nin çevresi de onu yurdu terk etmeye dâvet etmişler. Dışarıya çıkmamanın tehlikelerini anlatmışlar, talebeleri. Fakat onun nümunemisal duruş ve üslûbuna bütün dinî cemaat mensuplarının ihtiyacı var: “Hicaz’da olsaydım da, Anadolu’ya gelirdim.” İranlıların; “selâmet der kenarest!” dedikleri gibi hareket etmemiş, daima tehlikenin merkezine yürümüş… 31 Mart 1909’da İstanbul’a Gebze’den dönüşü, 1918 ‘de komünistlerin karargâhı St. Petersburg’a girişi, M. Kemal’in Ankara’dan müteaddit dâvetlerini reddederek 1919-1922’de İstanbul’da İngilizlerle mücadelesi ve nihayet Şeyh Said Hadisesi’nde Anadolu’nun bağrını tercih etmesi… Burdur, Barla, Isparta, Eskişehir, Kastamonu, Denizli ve Emirdağ menfalarından sonra serbest bırakıldığı halde Emirdağ ve Isparta’yı tercih etmesi; onun dâvâsı uğrunda gözünü kırpmadan tehlikeye dalışını gösterir kanaatindeyim. Fakat; esas aldığı Kur’ânî ve Peygamberî üslûbun zamanımızın dinî cemaat temsilcilerince içselleştirilmesi, onları idareler karşısında yanlış yapmaktan alıkoyacaktır. Bediüzzaman’dan ders alan talebelerinin de, Türkiye demokrasisinin fetrete uğradığı ihtilâllerde vatanlarını zinhar terk etmemeleri ve diğer siyasetli cemaatlerin Avrupa ve Amerika’ya ilticaları da; dindarlarımızın demokrasiye olan güvensizliklerini gösterdiği gibi, Müslümanlar olarak hürriyet ve demokrasiye olan şiddetli ihtiyacımızı açığa çıkarıyor.
Dinî cemaatlerimizin en büyük sıkıntılarının başında, üslûp ve hareketlerindeki “menfi duruş!” olmalı. Halbuki; yirmi sekiz sene Kemalizmin dinsizliği karşısında Kur’ân’ı ve hürriyetleri müdafaa hususunda birebir mücadele etmiş, her mahkemeye çıkışını dâvâsını dünyaya duyurma istikametinde kürsü telâkki etmiş ve haykırmış, bulunduğu hapishaneleri “medrese-i Yusufiye’ye” çevirmiş bir Bediüzzaman’a rağmen cemaatlerimiz hâlâ üslûp sıkıntısı yaşıyorlarsa; eksikliğin nerede olduğunu artık herkes görebilir.
Düşmanları onu ötekileştirmeye çabaladıkça, Bediüzzaman ümmeti birbirine kenetleyecek reçeteyi sunmuş, Müslümanlara... Bütün Müslümanları kucaklamış… Ehl-i sünnet, şia, selefi veya bir başka mezhep ayırımı yapmadan… Hiçbir tahrike kapılmadan komünist ve masonların planlarını deşifre etmiş; hem talebelerini ve kendisini dinleyen diğer dindarları siyasetli teşkilât, cemaatleşme, partileşme ve komitece hareketlerden uzaklaştırmaya gayret göstermiş.
Demokrasinin çalışmadığı veya hiç olmadığı toplumlardaki en büyük sıkıntıyı dinî cemaatler çekiyor. AB‘deki Müslüman dinî cemaatlerin şu yarım asırlık güzel çalışmaları da bu husus için güzel bir örnek olabilir. Türkiye’mizdeki örneklerle veya Âlem-i İslâm’daki misallerle müşahhaslaştırabileceğimiz sayfaları, inşallah önümüzdeki zamanlarda yazmaya çalışacağız.