İnsan sağlığının içine düştüğü felâketli sürecin farkında olduğumuzu, arşivimize müracaat edenler göreceklerdir.
Çin virüsü ile uçuşan perdeler, hali pürmelâlimizin dünya kamuoyunca da görülmesini sağladı. Meselenin özünü bildikleri halde şu felâketli süreci belli şahısların politikalarına ve bazı olaylara indirgemek isteyenlerin arasında, yeterince bilgilenmemenin de arkasına sığınanlar olacaktır. Pandemi sürecinde sessizliğe bürünen Papa Francisco’nun geçen haftalarda bir beyanı vardı: İnsan ekonomiden önceliklidir ve üstündür.
Bu felâketi insanlığa yaşatmaya çalışan “mala mülke haris dünya cereyanının hareketini” netçe ortaya koyan bir ifade… Dünyanın önceliği insan mı olacak, yoksa kapital, para ve iktidar mı? sorusunu soran yine insan türündense elbette üzüleceksiniz.
Korona’nın Wuhan’daki laboratuvardan dünyaya yayılmaya başladığı günlerde, ister istemez gözler WHO ile Pekin arasındaki sıcak ve yoğun ilişkilere takılmıştı. DSÖ’nün yıllık giderlerinin % 85’ine kadar olanının iş çevrelerince karşılandığını duyduğumuzda dehşete düşmüştük. İşin garibi, Çin’den gelen paralar bu kanallarla bir çok ülkeye rüşvet olarak aktı. Bu şartlardan istifade ile Donald Trump da WHO’yu yaylım ateşine tutmuş ve bütün yardımlarını askıya almıştı. Esasında Korona’nın kendisinden daha önemli olan bu hadise üzerinde gereğince durulmamasını da, Çin üzerinden üye ülkelere rüşvet dağıtan insanlık karşıtı sermayedarların çalışmalarına bağlamak istiyorum. Meselâ şu süreçte; Çin’in kaç ülkeye ne kadar yardım ettiğini “İtalya ve diğer AB ülkeleri dâhil” ve kaç devletin bütün borçlarını sildiğini öğrenmemiz, insanlığımız için bir vecibe olmalı.
Bu günlerde bilhassa internet basınında “dünya sağlık sistemlerinin meselelerini teşrih eden” çok önemli makaleler yayınlandı. Telepolis’de Andreas Westphalen’ın uzunca incelemesini tavsiye ederiz. Ayrıca Londra Kraliyet Koleji’nden Prof. Alfredo Saad-Filho (Uluslar arası ilerleme ve ekonomi politikaları hocası) ile iktisad tarihçisi Philip Mirowski gibi değerli araştırmacıların çalışmaları, insanlığımızın sağlığını tehdit eden çok karanlık noktaları aydınlatıyor.
Oldum olası “özelleştirme” kelimesinin içinde geçtiği işlerden kuşkulanırım. Bizde 12 Eylül ihtilâli sonrasında ANAP döneminde daha çok kullanıldı. Bu devrin; Karl Popper, Hayek ve Friedman’ın şakirtlerinin uydurdukları “yeni liberal Marksist felsefenin” küresel güç ile fukara ülkelere dayatıldığı bir zaman olduğunu unutmuyoruz. Desise, desise içinde, entrika, entrika içinde… Dünyanın para ile idare edileceğinin kanunlaştırılmak istendiği dönemlerdir. Önce para… Öyleyse önce tüketim merkezli ticaret ve ucuz işçilik… Bütün insan haklarıyla birlikte sendikal hakların da solcuların eliyle buharlaştırıldığı demlerdir. Önce para… Alfredo Saad-Filho bu felsefenin devleti zayıflatarak oyuncak haline getirdiğini söyler. Yani dünyanın bütün devletleri neoliberallerin ellerinde birer oyuncak… Oyunların kurallarını emredildiği üzere oynayamayanlar, tıpkı Çin komünist partisinin yaptığı gibi bir şekilde devre dışı bırakılırlar.
Çin’deki metot burada hürriyet perdesi altında ve sivilce uygulanır. Bir ağ halinde dünya ülkelerine musallat neoliberal politikalar aracılığıyla devletlerin hastahanelere yardımları engellenmiş veya sağlığı ucuza mal etmek fikriyle on binlerce hastahanenin kapatıldığını bu makalelerden öğreniyoruz. Pandemi sürecinde AB ülkelerinden İtalya ile İspanya’nın içine düştükleri acıklı hal, bu politikaların yansımasıydı. Bu zihniyetin para hırsıyla, insanlığın değerleri de alabora oldu. Öncelik para olunca, hastanın yerini müşteri aldı. Ve şifa-yardımlaşma gibi mefhumlar uçup gittiler. Amerika ve İngiltere’ye özenen bizimkiler “sağlık turizminden” bahsettiler. Şifanın Allah’tan geldiğini unutanlar, uzmanlar ile özel hastaneler arasında rekabeti başlattılar. Âciz ve zayıf bir insan olan hekim, inancı kuvvetli değilse, mahareti kendisinden vehmetti ve ortalık kaoslarla toz duman oldu. Neticede hekim itibarsızlaştırıldı; bazen itilip kakıldı, bazen dövüldü ve nihayet öldürüldü. Bu berbat sürecin materyalizme, Marksizm’e ve neocon-neoliberal ittifakının dünya iktidarı hırsına dayandığını söylemeye kalkışırsanız, ihtimaldir ki “komplo teoriciliği” ile suçlanacaksınız.
1994’den bu yana dünyanın nadide şehri İstanbul idaresine hâkim birisinin 2020’de, çirkin hortlaklar halinde şehri işgal etmiş dikey mimariden şikâyetinin çok gülünç olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Aynen bu örnekte olduğu gibi sağlığı ucuza getirelim mantığıyla başlatılan devasa ve hantal şehir hastanelerinde de aynı akıbeti yaşayacağımız ve hayatta iseler müsebbiplerinin bu sistemden şikâyet edeceklerini şimdiden hatırlatalım.
Bediüzzaman Hazretleri “insaniyet-i kübra” ifadesi ile hakikî insanlık ile İslâmiyet arasındaki irtibatı sağlıyor. Zira Kur’ân’ın insana yaptığı vurguyu hepimiz biliyoruz. Şayet insana öncelik verilecekse, insanın beden-ruh sağlığı ile birlikte eğitimi de öne geçecektir. İnsan sağlığı ve eğitimi üzerinden para kazanmanın ve menfaat edinmenin ahlâkî değerlerle, temel insanî ilkelerle tenakuz teşkil edeceğini bir kez daha vurgulamamız gerekiyor.
Materyalist düşüncenin değerlendirme ölçülerinin, insanın doğumundan ölümüne sakat ve mantıksız olduğunu ve menfaat odaklı bütün sağlık-eğitim projelerinin insanlığın aleyhinde neticelendiğini bu pandemi süreci bir kez daha gözler önüne serdi. İnsana “insanî” adeseden bakamayan düşüncelerin etkisindeki sağlık politikalarının -güya geleceği düşündüğünü iddia ederek- 70 yaşını geçmiş hastanın tedavi ve bakımından vazgeçmesi de bir hileden ibarettir. Almanya’da bir zaman bebek mamaları üreten firmanın sahibinin, sağlık teşkilâtlarının yaşlılara yönelik harcamaları kısıtlamaları gerektiğini söylemesi de aynı materyalist felsefenin dünya sağlık düşüncesine aksetmiş çok çirkin bir tedaisiydi…