Son yıllarda tepkilerimizin şekli değişti. Artık sokağa çıkmak yerine cüzdanımızla konuşuyoruz.
Beğenmediğimiz bir tavır gördüğümüzde, sosyal medya listelerinde “Şunları almayın”, “Şunları bırakın” çağrıları dolaşıyor. Markalar, kahveler, uygulamalar, kıyafetler, hatta market zincirleri... Ve biz bu yeni çağın adı konmamış bir “boykot cemiyeti”ne dönüşüyoruz.
Ama bu işte bir gariplik yok mu?
Bir yanımız diyor ki: “Zulme ortak olmamak için bu ürünlerden uzak durmak gerekir.” Diğer yanımız ise fısıldıyor: “Bu işlerin sonu yok. Gerçek çözüm başka yerde.”
Boykot dediğimiz şey, her ne kadar masum ve haklı bir duruş gibi görünse de, bazen bir vicdan tatmini aracına dönüşebiliyor. Zulme karşı bir şey yapamamanın acısını, raftan bir ürünü almamakla bastırıyoruz. Ve sonra içimizden “Tamam, vazifemi yaptım” diyoruz. Peki, ya hakikat bu kadar basit mi?
Bir ürünü almamak, elbette bir duruştur. Ama asıl sorunun şu olması gerekir: Biz bu zulme neden bu kadar alıştık? Televizyonda bombalanan çocukları izleyip bir sonraki dizinin fragmanına geçebilecek kadar nasıl hissizleştik? İşte mesele belki de burada.
Boykot, yerinde ve şuurlu olursa anlamlıdır. Ama sloganla, listeyle, hissî dalgalarla yapılan her boykot, kısa ömürlü bir sitemden öteye gitmez. Ertesi hafta market indirimi görünce o ürünleri yeniden sepete atanlarla dolu bir toplumda, bu yöntem gerçekten işe yarar mı? İşe yarasa bile doğru mu? Uygulansa bile mantıklı mı?
Ayrıca bazı boykotlar bir kesimin haklı tepkisini söndürürken, bir başka kesimin öfkesini körüklüyor. Toplumu şuurlandırmak yerine kutuplaştırıyor. Sözde “tepki” göstereceğim derken, aynı ürünü kullanan kardeşini hedefe koyabiliyorsun. Bu mudur adalet?
Bize göre asıl mesele, ahlâklı bir tüketim anlayışını kökleştirmek olmalı. Hangi ürünü kullanıyoruz, neden kullanıyoruz, kim kazanıyor, kim kaybediyor? Bunları sorgulamak boykotun da ötesinde bir bilinç gerektirir.
İşte bu noktada Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözü manidar değil midir?
“Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz; hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulâtını giyiyorum.” (Tarihçe-i Hayat, s. 74.)
Bu söz, sadece bir ürün tercihinden ibaret değildir. Bir zihniyetin, bir tercihin ve bir hür duruşun ifadesidir. Sahte tepkilere değil, şahsiyetli bir yaşantıya işaret eder. Peki biz bugün bu anlayışı gerçekten uygulayabiliyor muyuz?
Maalesef çoğu zaman boykot dediğimiz şey, sosyal medyada paylaşılmış birkaç görselden ibaret kalıyor. Halbuki millî üretimi desteklemek, helâl kazancı tercih etmek, israfı terk etmek ve ahlâklı alışveriş yapmak; bugünkü çağda en güçlü ve kalıcı boykottur. Üstad’ın işaret ettiği gibi, mesele sadece karşı çıkmak değil; yerine ne koyduğumuzla da ilgilidir.
Zira boykot da bir fiilî duadır. Ama o duanın makbul olması için, niyetin hâlis, usulün doğru, kalbin de selim olması gerekir.