Her hâdiseye, kader planı içerisinde bir yer tâyin edilmiştir ve gerçekleşmek üzere sırasını bekler, ecel de bunun istisnası değildir.
Bu sebeple ölüm dâhil her şey, belirlenen saat ve zamanda gerçekleşir. Ve yine aynı sebeple ölüme isyânın bir ucu, bir anlamda bu sıralamayı yapan Cenâb-ı Hakk’a yönelir.
Çoğu kez, o zamana kadar hiç vukû bulmamış, ilk defa bir yakınımızın vefâtıyla kendini gösteriyor zannettiğimiz ölüm, aslında hiç de sürpriz değildir. Kalbin atmadan önceki her duraksaması, uyanıklıktan önceki her uyku, bahardan önceki her kış bir ölmek değil midir meselâ?
Peki ne ister bu ölüm bizden, sadece hayatımızı mı? Bir şehri yüzlerce kez mezarlığa boşaltan ölüm neden hâlâ hayata doymamaktadır?
Her hayat ışığının sönüşünü bir başkasının tâkip etmesi gösteriyor ki ölüm bizi sırf öldürmek üzere gelmiyor. O, âmirinin emrinden çıkmayan bir memur ve derdi de sadece hayata son vermek değil.
Elinde neşter olan bir doktora kâtil yerine hikmetli mânâsına hekim derken ehl-i imanı berzah memleketine ve sonrasında Cennete ileten ölüme, neden bir cânî muamelesi yapıyoruz?
Hem ölüm güzel olmasa Rabbimiz bunu en sevdiği kuluna, Peygamberine (asm) revâ görür mü?
İşte bu hakîkat Bediüzzaman Hazretleri’ne Azrail’i cidden sevdiren sır değil mi?
O halde bırakalım inanmayanlar ağlasın, bırakalım inançsızlar kendini paralasın. Onlar yakın çevrelerine sokulan mevtle, hiçliğin nefesini enselerinde hissettikçe; ‘yokluk’, suratlarında bir tokat gibi şakladıkça, biz Habîbullah’ın (asm) bulunduğu berzah âlemine kanatlanmanın sevincini yaşayalım.
Geçtiğimiz günlerde Ankara hizmetlerinin genç kahramanlarından Abdullah Kayserlioğlu’nu sevdikleri ile buluşmak üzere berzah memleketine gönderdik.
Temiz kalbinin ve hizmette istikametinin bir emâresidir inşallah; kendisine Fransa, Özbekistan, İtalya gibi ülkelerden hiç tanımadığı insanlar tarafından Yasinler, cüzler ve duâlar bağışlandı.
Anlatılana göre askerde kendisini arayan bir kardeşimizin hizmete yardımcı olma teklifine tereddüt bile etmeden ‘evet’ cevabını vermişti. Hizmetin sıkıntısını da mutluluğunu da zorluğunu da huzurunu da yaşamıştı.
Ailesinin tek erkek evlâdıydı ve hizmette yola beraber çıktığı kardeşlerini belki de bu sebeple öz kardeşi ve ağabeyi olarak biliyordu.
Bediüzzaman’ın afişini, broşürünü, kitabını elinde bir kâğıt gibi değil madalya gibi taşırdı.
Bu ruh halini, bir kitapçıda sarhoşa Allah’tan bahsederken Ulus’un karanlıklarında kitapları sırtlarken Çankaya’nın dar sokaklarında insanları mevlide dâvet ederken hep muhafaza etti.
Bir gün bir misafiri karşılamak üzere Kızılay’a gitti. Meydan kalabalık, ortak bir yerde buluşmak gelen kişiyi seçmek zor. Ama çabucak döndü. Bunu sorunca; “Yaz mevsiminin ortasında, kalabalık bir yerde, ancak bir Nur Talebesi başı öne eğik bekler. Bu sebeple elimle koymuş gibi buldum” dedi. Bu âlâmet-i farikayı kendisi de muhafaza etmeye çalışıyordu.
Derse katılıp katılmadığı sîmasından anlaşılabilecek kadar şeffaftı. İman hakîkatlerinin okunduğu bir ortamın uzağından geçse yüzünde güller açardı.
Hizmetle ilgili küçük bir sohbet heyecanlanması için yetiyordu. Her biri bir yerde vazifeli olan Nur’un genç hizmetkârları -ki bunların içerisinde üniversitelisi de liselisi de bulunurdu- akşamları bir demliğin etrafında halka olur, gittikleri yerlerde hizmete dair gördüklerini, neler yapabileceklerini, birbirlerine nasıl yardımcı olacaklarını konuşur, yazar, çizer, geceyi uzatırlardı. Onun da bulunduğu o ortam, Cennetten bir köşeydi ve o lezzeti bırakıp da kimse bir türlü dairesine inemez, odasına çekilemezdi.
Evet anlatılacak hatıra çok, fakat köşemizin sınırlarından taşmadan onun sosyal medyadan yaptığı son paylaşımı buraya alarak yazımızı nihayete erdiriyoruz.
Yazı şöyle:
“Yarın sabah göğsüne bir ağrı saplandı ve öylece yığıldın gerisini hatırlamıyorsun! Kalp krizi geçirmişsin.
“Bir uyandın başka bir âlemdesin ve ölmüş cesedine bakıyorsun. Kimse seni görmüyor ve sesini işitmiyor. Bakıyorsun, cesedini yıkıyorlar ve cesedini kefenleyip mezara bırakıyorlar. Herkes ağlıyor sen ise ‘ben ölmedim’ diye bağırıp duruyorsun. Oysa ki sen ruhsun. Cesetten ayrıldın.
“Ruh olarak mezara giriyorsun ve sorgu melekleri geliyor. O kadar pişmansın ki öldüğüne inanamıyorsun. Yanında ne sevdiklerin, ne ailen, ne paran, ne mülk hiçbir şey yok. Yapayalnızsın!
“Peki şimdi ne yapacaksın?
Ben söyleyeyim; halen hayattasın, fakat bir gün mutlaka yukarıdakileri tadacaksın. Hazırlıklı ol! Eğer hazır olursan, korkacak bir şey yok. Allah’ın emrine ve yasaklarına dikkat et!”
Bu paylaşım, size de Üstadın, “imanla gideceğini haber veriyor” dipnotunu düştüğü ‘Abdurrahman’ın mektubunu hatırlatmıyor mu?