Bediüzzaman, Münâzarât’ta kendisine sorulan bir suale karşı verdiği cevap müfrit nâehil zatları ve dinde hassas, aklî muhakemeden nakıs şahısları şaşkına çevirmeye yetmiştir. Şöyle ki:
“Sual: “İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede muteriz olduğun hâlde, hükûmete hücum edenlere dahi itiraz ederdin. Hatta Selâtin-i Osmaniyeyi (Osmanlı Sultanlarını) ifratla sena ederdin, hatta derdin: ‘Muhtemeldir, Abdülhamid muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hata bir içtihat ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem itiraz, hem hücum ederdin, hem de bazılara karşı müdafaa ederdin?”
Bu gelen suale Bediüzzaman kıyamete kadar bâkî kalacak mükemmel bir cevap vermiştir. Şöyle ki: “İnkılâptan on altı sene evvel (1893/94 yılları), Mardin cihetlerinde, beni hakka irşat eden bir zata rast geldim. Siyâsetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhur Kemal’in “rüya”sıyla 1 uyandım. Lâkin, maatteessüf, su-i tesadüf ile hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arab’dan sonra İslâmiyet’in kıvamı olan Etrak’ı (Türkleri) tadlil (doğru yoldan çıkmakla itham) ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kànunu tekfir ederdi (I. Meşrûtiyeti/Anayasayı ilân eden ve destekleyenleri küfürle itham ederdi). Otuz sene evvel olan kànun-i esasî’yi (1876’da ilân edilen I. Meşrûtiyeti) ve hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi; “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse…” 2 (ilâahir), hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki, “Kim hükmetmezse…” bimânâ “Kim tasdik etmezse…”dir. Acaba sabık istibdadı(Abdülhamid dönemindeki zayıf istibdadı) hürriyet zanneden ve kànun-i esasî’ye (Meşrûtiyete/Anayasaya) itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan, hükûmete itiraz ederlerdi; lâkin, onlar istibdadın daha dehşetlisini (İttihad ve Terakki dönemindeki şiddetli istibdadı) istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte, şimdi ehl-i hürriyeti (Meşrûtiyet ve hürriyet taraftarlarını) tadlil eden (doğru yoldan çıkarak dalâlete düştüğünü iddia eden) şu kısımdandır. İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i İslâm’a insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte, şimdi Osmanlılıktan tecerrüt edip tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Lillâhilhamd, o vesvese bir-iki sene zarfında zail oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mutekit Müslümanlardır.” 3 Görüldüğü üzere Bediüzzaman, müceddid-i ahirzaman olarak Müslümanlar arasında kördüğüm olan ve siyâsî olarak istimal edilen Maide Sûresi 44., 45. ve 47. âyetleri tefsir ederek ehl-i ifrat ve ehl-i tefriti istikamete dâvet ediyor.
Bediüzzaman’ın bu tesbitlerine ne kadar ihtiyacımız olduğunu âlem-i İslâm’ın hayat-ı içtimâî ve siyâsiyesinin hâl-i hazır vaziyeti gösteriyor.
Sultan-ı Sabıka (Abdülhamid’e) ceride lisânıyla söyledim!
Divan-ı Harb-i Örfî savunmalarının sonundaki ‘Yarı Cinayette: “Daire-i İslâm’ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle; ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-i nasihate istidad kesbetmiş zannıyla; ve “Aslâh tarik musalâhadır. (En güzel yol barıştır, sulhtur.)” mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı Sabıka (Sultan Abdülhamid’e) ceride lisânıyla söyledim ki: “Münhasıf Yıldız’ı dârülfünun et; tâ süreyya kadar âlâ olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakîkat melâike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki, milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra, sırf ahireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel, sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü, ömr-i sani yolunda sarf eyle. “Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya dârülfünun olmalı; ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli; ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı! Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin!” 4 Evet, işte asrın âlimi, işte zamanın müfessiri ve asırlardır beklenen ahirzaman Müceddidi! Tam bir vukûfiyetle meselelere çâre üretiyor, tam zamanında problemlere Kur’ânî çözümler öneriyor. Sultan Abdülhamid’e de kaldığı çaresizlikten kurtulma yollarını gösteriyor. Bediüzzaman’ı anlamadan, mahiyetini ve vazifesini anlamak mümkün görünmüyor. Muhataplarını, özellikle devlet erkânını ve Padişahı hiç incitmeden ve hakkın hatırını da kırmadan reçetesini ibraz ediyor. Fakat, ne çare ki Bediüzzaman’a kulak verilmemiş, geçiştirilerek Van’a geri gönderilmek istenmiş. Üstüne bir de maaş ve ihsân-ı şahane gibi rüşvet kàbilinden hediyeler takdim edilmiş. Heyhat! Karşınızda Bediüzzaman var! Bid’atüzzaman var! Sahibüzzaman var! Garibüzzaman var! Sizler kime muhatap olduğunuzu anlayamamışsınız. Keşke Bediüzzaman’a kulak verilseydi de, bu Anadolu ve âlem-i İslâm büyük bedelleri ödemek zorunda kalmasaydı!
Dipnotlar:
1- Namık Kemal’in “Rüya” adlı makàlesi.
2- Mâide Sûresi: 44, 45, 47.
3- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 288.
4- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 288.