Bir zamanlar bir kral, sarayının yolu üzerine kocaman bir kaya koydurdu. Kendisi de, bakalım insanlar nasıl tepki verecek diye sarayın balkonuna oturup seyre koyuldu.
Öğleye kadar kimi tüccar, kimi bürokrat birçok insan o yoldan geçti. Bazısı kayanın etrafını dolanıp yola devam etti. Bir kısmı da söylenip kralı eleştirdi.
Öğleye doğru sırtında küfesiyle saraya meyve götüren bir köylü geldi. Kayayı görünce küfesini indirip bütün gücüyle kayayı itti. Yol açılmıştı. Tam küfesini yükleneceği sırada kayayı kaldırdığı yerde bir kese fark etti. Alıp içini açtığında kesenin altın dolu olduğunu gördü ve üzerinde şu notu buldu: “Bu altınlar, kayayı yoldan kaldıran kişiye hediyemdir. Kral”
ŞARTA BAĞLI HİZMET VEYA KULLUK
Kamu yararına gönüllü hizmetler yapanlar, milletin yolundaki büyük kayaları kaldırdıklarında genellikle altından bir kese altın değil, bozuk para bile çıkmadığını iyi bilirler. Belki çıkan ya bir akreptir ve elimizi ısırmıştır. Veya o ağır yükü taşımaktan fıtığımız çıkmıştır. Hayatın gerçeği ve imtihanın gereği budur. Çünkü dünya dâru’l-mükâfat değil, dâru’l-hizmet ve meşakkattir.
Dünyevî beklentilerin gazıyla iyilik yoluna girenler, biraz hizmet ettiklerinde, hikâyedeki gibi hemen büyük mükâfat isterler. En azından nazar-ı âmmede mevki kazanmayı ve alkışlanmayı arzu ederler. Bunların yerine büyük sıkıntılarla karşılaşırlarsa iyilikten ve hizmetten vazgeçerler.
Yahudinin biri Müslüman olmuştu. İslama girdikten sonra gözünün birini, servetini ve bir evladını kaybedince “Bu din bana uğursuz geldi” diyerek1 irtidat etti. Bunun üzerine inen âyet şuydu: “İnsanlardan bazısı Allah’a kenardan (şartlı) ibadet (kulluk) ederler. Bir imtihan sıkıntısı gelirse kulluktan yüz çevirirler. Böyleleri dünyayı da ahireti de kaybetmiştir.”2 Demek, dünya menfaati için dindarlık nifak belirtisidir.
HAYIRLI İŞLERİN MUZIR MANİLERİ ÇOKTUR
İnsan iyi niyetle hayırlı bir yola girdiğinde, Rabbi’nin ona kolaylıklar vereceğine ve yolunu açıvereceğine inanır. Bu yerinde bir ümit ve tevekküldür. Fakat karşısına zorluklar çıktıkça şeytan ona hemen vesvese verir. Yanlış yola girdiğini, Allah’ın bile o yüzden kendisine yardım etmediğini, hizmetini de kabul etmediğini telkin eder. Şevk tereddüde ve ye’se inkılâp eder.
Merhum Zübeyir Gündüzalp, 1946’da Emirdağ’da Üstad’ı (ra) ziyarete ilk gidişinde yol boyunca büyük sıkıntılar çeker. Nihayet huzura girdiği anda onu kucaklayan Bediüzzaman Hazretlerinin ilk sözü şu olmuştur: “Kardaşım! Mesleğimiz meşakkattir. Meşakkat alamet-i makbuliyettir!”3 Nitekim işlerin de en sevaplısı, en zahmetli olan değil midir?
Kur’an hizmetinde bulunanlar, elbette bir hıfz ve inayet altındadırlar. Risale-i Nurlar ile meşguliyetin beş çeşit dünyevî faydası da vardır. Fakat bunlar mükâfat olsun diye değil, belki zaifleri takviye etmek, gevşekleri teşci’ etmek içindir.4 Hizmet-i Kur’aniye’de bulunana, dünyanın küsmesi gerekebilir.5
“İnsanlar sanıyorlar mı ki, onları sıkı sıkıya imtihan etmeden (kömür mü, elmas mı diye ince eleklerden geçirmeden) ‘Biz iman ettik’ demeleriyle hemen bırakılıverecekler.”6 Elbette büyük makamlara erişmek için büyük sınavlardan geçmek gerekir. Hayat musibetlerle tasaffi, belalarla terakki, sıkıntılarla tekemmül eder.7 Et kaynadıkça pişer. Hamur yumruklandıkça kıvama erer. “Çabuk ye’se inkilap eden hamiyet ise, hamiyet değildir.”8
İBÂDET VE DUÂDA İHLÂSIN MERTEBELERİ
Koronavirüs gibi salgın hastalıkların sona ermesi için dua edilir. Zira musibetler duanın vaktidir. Ama musibet kalkmayınca “Duamız kabul olunmadı” denilmez. Belki “Henüz vakti çıkmadı; duaya devam etmeli” denilir. Çünkü duanın nihâî gayesi, belanın ref’inden ziyade kulluğun gösterilmesidir.
Hem zira işlerin rast gitmesi, kazancın bereketlenmesi, kaza-bela gelmemesi gibi dünyaya ait faideleri ve kendi kendine terettüp eden semereleri elde etmek için ibadet edilmez. Bunlar ubudiyete illet (asıl sebep) olursa, onu kısmen iptal eder, ubudiyetten çıkarır ve kıymetten düşürür. Çünkü ihlâsı bir derece bozar. Ama ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla meydana geliyorsa, o takdirde zaifler için müşevvik ve müreccih hükmündedir; fahrı değil, şükrü gerektirir.9 İşte bu sebeple ibadetteki ezvakın (zevkin ve avansın) azalması bile bir cihette terfi alametidir ki, makbuldür.10
Birinci mertebe: İbadette ihlâsın alt mertebesi, âhiret için, yani Cenneti kazanmak ve Cehennemden kurtulmak için yapılmasıdır. Ancak ideal olan ibadet şekli bu değildir. Çünkü bu amaçla ibadet eden birinin, faraza Cennete değil, Cehenneme gireceği belli olsa o boşu boşuna ibadet etmekten(!) vazgeçebilir. Hem bu şartı koşmak uygunsuzdur. Zira “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lahika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır. Biz ücretimizi almışız.”11 Nazlanarak yapılan kırık-dökük ibadet ve hizmetler, bize verilen tek bir nimetin, mesela gözün bedelini karşılayabilir mi ki, cennete sıra gelsin?
İkinci mertebe: İhlâsın orta mertebesi “Ubudiyetin dâisi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak’tır”12 mûcibince, emredildiği için yapılmasıdır. Burada artık ne dünyevî, ne de uhrevî bir pazarlık –hâşâ– yoktur. Sadece Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla onun emrettiği ibadetleri yapmak vardır. Keşfi açılsa ve isminin “Şakî (Cehennemlik)” olarak yazıldığını görse bile ibadetten vazgeçmez; emredileni yapar.
Üçüncü mertebe: İhlâsın zirve mertebesi ise Allah, ibadete layık olduğu için O’na ibadet etmektir. Kul, bu mertebeye yükseldiğinde artık –Allah emretmiş olmasa bile– O’na ibadet etmek ister. O yüzden farzlarla yetinmez, nafilelere de yönelir. İşte bilhassa On Birinci Söz’de ve genel olarak Nurlar’da bu mertebede bir ibadet telkin edilmektedir. Yani bin bir esmâ ve sıfâtıyla tezahür eden bir ulûhiyete karşı, o tezahüre münasip ubudiyetlerle nasıl mukabele edileceği öğretilmektedir.
Aslında bu mertebelerin her biri insandaki ayrı bir hisse bakar ve o his ile ibadete sevk içindir. Dolayısıyla hepsi bir arada düşünülmeli, ancak üçüncü mertebe ufkuna doğru yürünmelidir.
Dipnotlar:
1 -Kurtubî, XII/17
2 -Hac 22/11
3 -İbrahim KAYGUSUZ, Zübeyir Gündüzalp, 101
4- bk. 29. Mektup, 9. Kısım, 8-9. Telvihler.
5- 3. Lem’a, 3. Nükte.
6- Ankebût 29/2
7- bk. 2. Lem’a, 2. Nükte.
8- Münazarat.
9- bk. 17. Lem’a, 13. Nota, 2. Mes’ele.
10- 13. Şua, “Kastamonu’da ehl-i takva bir zat…”
11- 24. Söz, 5. Dal, 2. Meyve.
12- 17. Lem’a, 13. Nota, 2. Mes’ele.